Takvimin aralıktan tekrar ocak ayına dönmesine, 2011'den 2012'ye geçişe, yeni yıla saatler kala yorgun bir şekilde yazıyorum bu kez. 12 ay öncesine göre çok daha fazla şey görmüş, yaşamış, mezuniyet korkusuyla tanışmış, mezun olmuş, hemen yeniden okula başlamış, gülmüş, kırılmış, ağlamış, yorulmuş ve bir yılda bir yaştan daha fazla büyümüş olarak...
Böyle midir bu yıllar? Artık "o yaşlara" geldik mi gerçekten? Yaşlandık hey gidi muhabbeti değil bu yaptığım, ama anne-babalarımızın cümleleriyle konuşmaya başlamadık mı git gide? Büyüdük, yetiştik, yetişkin olduk... Hayat bunu eskisinden daha sık yüzümüze vurur oldu.
Eskiden bizden saklanan hayatın sevimsiz kısımları artık belki de bizlerin başkalarını düşünüp başkalarına alıştırarak anlatmamız gereken durumlar haline geldi. Büyümenin en büyük işareti bu belki de. Bir de ölümün size ne kadar yakın olduğunu görmek. Ölümle ilk kez tanışmadım elbet, tersine küçük denilebilecek yaşlardan beri aramızdaydı bir şekilde. Ama yaşıtlarımızın ölümleri yeni bizim için. Büyümenin bir başka işareti... Geçen yıl aralık sonu aramızdan ayrılan, haberi ise ancak şubat ayında bize ulaşan henüz 25 yaşındaki Rocco... Bu yılın aralık sonu aramızdan ayrılan ve bugün uğurladığımız henüz 23 yaşındaki Orkan... Şubat ayının üstünden 10 ay geçti de o anki hislerim hiç değişmedi. Sözler bir yerde düğümlenmekten başka bir işe yaramıyor. Umarım gittiğiniz yer bu dünyadan daha çok huzur verir sizlere...
Yılbaşı öyle inanılmaz kutlamalar yapma, deli gibi eğlenme hissi yaratmadı bende hiçbir zaman. Ama adının yeni yıl olması bir umuttur her zaman. Yeni şeyler dileme hakkı verir sanki bize, yeni beklentilere girmek için bir bahanedir. Bu hakkı kullanma niyetindeyim bu sene de. Hele de 2011'de dünya bu kadar karışmışken ucundan tutacak bir umuda ihtiyacımız var diye düşünüyorum. Belki de ben böyleyim bilemiyorum. Yurtdışı ve yurtiçi gündemde ve günlük hayatımızda kötü haberler üst üste gelmişken yeni yıldan eski hayallerimizi yeniden dileyelim, sağlık barış, mutluluk isteyelim, hiçbir işe yaramasa da bir an olsun polyannacılık oynayalım diyorum.
Hepimize sağlık ve mutluluk getirsin bu yıl, gerisi bir şekilde hallolur nasıl olsa. Herkese iyi yıllar olsun!
Bir günün ardından aklıma takılan kareler ve sayıklamadan hallice dağınık düşünceler... İşte öyle bir şey...
31 Aralık 2011 Cumartesi
11 Aralık 2011 Pazar
sosyal medya, sosyal hareketler, işgal ve demokrasi
Başlık uzun oldu. Ama bu kez niyetim kendim uzun uzun bir şeyler söylemektense buraya gelenleri bir yazıya yönlendirmek...
2011'in sonuna gelmişken geri dönüp bir bakarsak, bu yıl akıllarda dünyanın dört bir yanında sosyal medya üzerinden örgütlenip değişim talep eden sosyal hareketlerle kalacak diyebiliriz sanırım. Ben de Occupy Wall Street hareketi örneğinde sosyal medya üzerinden gelişen doğrudan demokrasi denemeleri üzerine bir ödev için çıkmıştım yola. Ama kaynaklarımdan biri son günlerin gündemine de bu kadar uygun olunca paylaşmadan duramadım.
Bob Samuels'in Facebook, Twitter, YouTube -and Democracy yazısını vaktiniz varsa okuyun. Zamanın ruhuna dair güzel tespitler bulabilirsiniz.
Özetsiz, spoilersız yapamam diyenler de buyursun:
"... One of the central strategies used throughout the demonstrations was for students, workers, and faculty members to compile a list of demands representing the different groups and then present these demands to the administration during a building occupation.What was so powerful about this strategy was that the demands were so diverse, and no single group tried to control the process. ... The new generation of students demands to be heard, and the changes in the nature of social movements mean not only that universities have to become more open and interactive but also that faculty members who hope to collaborate with student protesters have to learn how to accept a new mode of political organization."
2011'in sonuna gelmişken geri dönüp bir bakarsak, bu yıl akıllarda dünyanın dört bir yanında sosyal medya üzerinden örgütlenip değişim talep eden sosyal hareketlerle kalacak diyebiliriz sanırım. Ben de Occupy Wall Street hareketi örneğinde sosyal medya üzerinden gelişen doğrudan demokrasi denemeleri üzerine bir ödev için çıkmıştım yola. Ama kaynaklarımdan biri son günlerin gündemine de bu kadar uygun olunca paylaşmadan duramadım.
Bob Samuels'in Facebook, Twitter, YouTube -and Democracy yazısını vaktiniz varsa okuyun. Zamanın ruhuna dair güzel tespitler bulabilirsiniz.
Özetsiz, spoilersız yapamam diyenler de buyursun:
"... One of the central strategies used throughout the demonstrations was for students, workers, and faculty members to compile a list of demands representing the different groups and then present these demands to the administration during a building occupation.What was so powerful about this strategy was that the demands were so diverse, and no single group tried to control the process. ... The new generation of students demands to be heard, and the changes in the nature of social movements mean not only that universities have to become more open and interactive but also that faculty members who hope to collaborate with student protesters have to learn how to accept a new mode of political organization."
9 Aralık 2011 Cuma
starbucuks ve işgal
Uzun zamandır yazmamıştım buralara. Okul açılsın artık diye kıvranırken sıkı bir koşturmanın içine düştüm, ama şikayetçi değilim halimden o ayrı.
Lakin 3 gün önce başlayan "Boğaziçi'nde Starbucks Şenliği" bu kadar gündeme oturunca birkaç kelam etmek gerek artık diye düşündüm. Sağda solda, özgürlükleri savunduğunu iddia eden bazı platformlar ve kişiler tarafından o kadar sığ şekillerde eleştirildi ki dayanamadım. Uzun olacak biliyorum, kim okur, kimin umrunda olur bilemem ama yazmak gerek...
Salı günü Starbucks protestosuna katıldım, onlarla yürüdüm, sonra da Starbucks'ı işgal ettim. Ders vaktim gelince kalktım. Okula lisanstaki kadar sık gitmediğimden ve yoğun bir döneme girdiğimizden yanlarına gidemeyebilirim tekrar belki ama onları destekliyorum.
Boğaziçi'ni bilmeyenler için sığ bir anti-Amerikan eylem gibi durabilir ama iş o kadar basit değil. "Starbucks'a karşı çıkıp sol bir eylem yaptıklarını sanıyorlar ama kendi çıkarlarına dokunduğu için yapıyorlar" diyenlere peşinde koşulan çıkarın ucuz ve düzgün yemek olduğunun hatırlatılması gerekir. Boğaziçi'nin yemekhanesi diğer devlet üniversitelerininkilerden daha pahalıdır üstelik yemekleri de kötüdür. Sadece belli saatlerde açık olduğundan o sırada dersiniz varsa elinize kalan tek alternatif kantindir. Üç kantin vardı ben Boğaziçi'ne girdiğimde; teras (sosyete) kantin, çarşı kantin, orta kantin. Bu kantinlerin hepsinin oturma yeri vardı. Teras kantin lakabından da belli olduğu gibi diğer kantinlerden pahalıdır içinde bir adet robert's coffee de vardır, çarşı kantin 5 farklı büfede farklı çeşitlerde ve fiyatlarda yemeklerin alınabileceği ortalama ama kullanışlı bir kantindir, orta kantin ise diğer ikisinden daha ucuz ve sosyalist öğrenciler tarafından tercih edilen bir kantindir. En azından öyleydi. Önce orta kantin kirayı ödeyemeyip okul dışına çıktı ve orta kantin onarıma girdi. Şimdiki orta kantin oturma yerleri bakımından öğrenci işidir ama fiyatlar yüksektir, çorba, sandviç, çay ve bilimum kahve satar. Geçen yıl da teras kantin ve sonra da çarşı kantin onarıma girdi ve onarımdan resmen hasarla çıktı. Teras kantin eskiden çarşı kantinin oturma yerlerinin olduğu bölüme alındı, fiyatları her zamanki gibi öğrenci harçlıklarına göre pahalı. Bunun yanında kendisi şu an çin usulü tavuk vb öğrenci (!) yemeklerinin yanında güney kampüste bir tost alabileceğimiz tek yer olduğu için okulun tüm yükünü çekmekte ve kuyruklar alıp başını gitmekte. Dört gözle çarşı kantin açılsa da bu kalabalık bitse derken çarşı kantinin açılmasıyla, hiç açılmaz olaydı da dedirtti evet. Çarşı kantini "ortalama bir kantin" yapan büfelerin hiçbiri çarşının yeni halinde kendine yer bulamadı. Eskiden berber, burc store, kırtasiye, 4 büfe ve diğer 4 büfeden yüksek fiyatlarıyla ayrılan bir wonderland varken şimdi 4 büfenin yerinde yeller esiyor. Diğer saydıklarım bazı yer değişiklikleriyle yine çarşı kantinde yerini alırken artık yanlarında Starbucks ve yakında açılacağı müjdelenen (?) Subway var.
Okulda öğrenci işi yemek diye tabir edilen; tost, poğaça, gözleme, pide, pilav, salata satan yerler kapatılıp 4. kahveci ve 2. öğrenci bütçesini aşan sandviççi açılınca bardak taştı. Starbucks da çarşı kantine açılan ilk dükkan olması sebebiyle bu bardağın taşma durumuna sembol haline geldi. İşgal edilenin Starbucks olması bu yüzden. Öğrencilerin yemek ve kapalı mekanda oturacak yer sıkıntısı had safhadayken, alay eder gibi 4. kahvecinin (içinde oturabilmek için önce kahve almanızı gerektiren bir kahveci) açılması, okul yönetiminin kafasına göre okulu ihaleye açması yüzünden bu tepki. Yönetimden tepkilere aydınlatıcı cevap gelmemesi ve Starbucks'ın etrafında yemek kokusu istemediği iddiaları da cabası.
Tam da bu yüzden "Beğenmeyen Starbucks'a gitmesin" argümanlarıyla çözülemeyen bir sorun bu. Starbucks'ın oradaki varlığı, "beğenebileceğimiz" kantinlerin açılmasına engel olduğu için. Koku moku iddiaları doğru değilse bile maddi olarak içinde Starbucks'ın yer aldığı bir kantini sıradan büfeler karşılayamayacak olduğu için. Bir devlet üniversitesi olduğu unutulmaması gereken Boğaziçi Üniversitesi'nin öğrenci kantinin gittikçe alışveriş merkezlerinin yemek katına benzediği için.
Ve yine tam da bu yüzden "sanki dışarıda gitmiyorlar Starbucks'a" denerek eleştirilebilecek bir durum da değil bu. Evet hepimiz gidiyoruz Starbucks'a, ama okul dışında isteyerek Starbucks'a gitmek ayrı şey, okul içinde Starbucks'ın dayatılması ayrı şey. Zorla kahve aldırma temelli bir dayatma değil elbet, beraberinde getirdiği sonuçları bakımından bir dayatma.
Boğaziçi Üniversitesi'nin YÖK'ten baskı gördüğü, bütçesinin, kadrolarının kısıldığı doğrudur. Ancak Boğaziçi Üniversitesi Starbucks vb. markalaşmış şirketlere muhtaç değildir. Bu okulun bir Mezunlar Derneği var. Ülkedeki iş adamlarının hatırı sayılır bir kısmı Boğaziçi Üniversitesi mezunuyken, Boğaziçi Üniversitesi mezunu onca zengin/ünlü insan varken Boğaziçi Üniversitesi'ni markalara ihale etmek kolaycılıktır, gözü doymamaktır. Öğrencileri ve öğretim üyelerini okulla ilgili kararların dışına itmek Boğaziçi'ni Boğaziçi yapan özgürlük ortamını ayaklar altına almaktır.
Çarşı kantinin fiyatları da yüksekti demek bence başka tartışmanın konusudur. Öyle ya da böyle ortalama kantinimiz çarşı kantin elimizde kalanların en ucuzuydu, şimdi muhtemelen en pahalısı olacak.
Öğrenci Kolektifleri üyesi olmadığım, kimi eylemlerini desteklediğim, kimilerini beğenmediğim ancak (bugünlerdeki davaları da göz önünde bulundurarak) varlığının da üniversite gençliği için bir değer olduğunu düşündüğüm bir örgüt. Starbucks'ı işgal etmelerini de destekliyorum. Bu işgalde Starbucks'ın mekanına, ürünlerine vs. zarar verilmemesinin, işgale rağmen Starbucks'tan kahve almak isteyenler ve onların kahvelerini hazırlayan çalışanlara engel olunmamasının altını çizmek gerekir diye düşünüyorum. Öğretim üyelerinden derslerini buraya taşıyanların duyarlılığının da... Bir amaç için iyi ya da kötü örgütlenip barışçıl bir eylem yapmanın, aradan cımbızla slogan seçip de söylem üzerinden eleştiri yapmaktan daha değerli olmasının da...
Destekliyorum, çünkü taleplerinin haklılığına inanıyorum, taleplerinin haklılığına bizzat tanığım. Çünkü okulda öğrenci tarzı yemek yiyecek, kapalı mekanda oturacak yer kalmadı. Çünkü Boğaziçi eski Boğaziçi olmaktan giderek uzaklaşıyor.
Düzeltme: Öğrenci Kolektifleri'nin eylemin sahibi değil katılımcısı olduğu, işgalin birçok bağımsız grup tarafından kararlaştırılıp uygulandığı yönünde bir uyarı gelmiş. Eklemek gerekir.
Düzeltme: Öğrenci Kolektifleri'nin eylemin sahibi değil katılımcısı olduğu, işgalin birçok bağımsız grup tarafından kararlaştırılıp uygulandığı yönünde bir uyarı gelmiş. Eklemek gerekir.
15 Eylül 2011 Perşembe
tembelin şarkısı
Durumum özetle bu işte. Yazmadım etmedim diye kayboldum sanmayın efem. Tembeldim sadece...
Yazın ilk bölümü çılgın bir dönemin yorgunluğunu atmakla geçti. Sonrasında bir şekilde tatil de yalan olunca iyice serdim kendimi yazın ikinci bölümü de o yayışla geçti.
Tatil olmayınca ben de Rumeli Kavağı'na vurdum kendimi de en azından azıcık denize girmiş oldu bünye, ah İstanbul'un her yerinde denize girilebilse hayat bayram olsa hayıflanmaları da yanında geldi tabii...
Onun dışında aylak günlerimde ne zaman açsam karşıma çıkan ve zamanla stockholm sendromuna bağlayan "doktorlar kanal"a da ne desem bilemedim, sayesinde topluca/toplumca şizofren olup kendimizi doktor sanmamıza az kalmıştı zira. Zaten bir yandan da sevgili midemle kavga kıyamet halindeyiz iyice havaya sokuyordu insanı. Neyse bu ara basketbol, voleybol derken kurtulduk kendisinden iyice sıyırmadan şu master da bir başlasa artık iyi olacak yoksa gidişim gidiş değil.
Ev basmasından kaynaklanan uyku hali başladı yine bakın, en iyisi gidip kıvrılayım ben yine bir köşede...
Yazın ilk bölümü çılgın bir dönemin yorgunluğunu atmakla geçti. Sonrasında bir şekilde tatil de yalan olunca iyice serdim kendimi yazın ikinci bölümü de o yayışla geçti.
Tatil olmayınca ben de Rumeli Kavağı'na vurdum kendimi de en azından azıcık denize girmiş oldu bünye, ah İstanbul'un her yerinde denize girilebilse hayat bayram olsa hayıflanmaları da yanında geldi tabii...
Onun dışında aylak günlerimde ne zaman açsam karşıma çıkan ve zamanla stockholm sendromuna bağlayan "doktorlar kanal"a da ne desem bilemedim, sayesinde topluca/toplumca şizofren olup kendimizi doktor sanmamıza az kalmıştı zira. Zaten bir yandan da sevgili midemle kavga kıyamet halindeyiz iyice havaya sokuyordu insanı. Neyse bu ara basketbol, voleybol derken kurtulduk kendisinden iyice sıyırmadan şu master da bir başlasa artık iyi olacak yoksa gidişim gidiş değil.
Ev basmasından kaynaklanan uyku hali başladı yine bakın, en iyisi gidip kıvrılayım ben yine bir köşede...
23 Temmuz 2011 Cumartesi
a tribute
Müzik dünyasına kötü bir haber düşmüş bugün, Amy Winehouse ölmüş...
Bu da buradan bir tribute olsun bari, you know i'm no good diyen ve artık rehab'lere zamanı kalmamış olan Amy'e. O zaman back to black...
Bu da buradan bir tribute olsun bari, you know i'm no good diyen ve artık rehab'lere zamanı kalmamış olan Amy'e. O zaman back to black...
14 Temmuz 2011 Perşembe
bir devrin sonu...
Bir devrin sonu ya da orijinal haliyle end of an era... Ne derseniz deyin Harry Potter'a dair beklenecek bir şey kalmaması bir devrin sonudur benim için. 4 yıl önce son kitapla fena burkulmuştu içim ama hiçbir zaman beklentimi tam karşılayamayan filmleriyle avutmuşum kendimi meğer dün anladım. 7. filmin 2. yarısı da bitince, "eski dost" Harry'e dair beklenecek "yeni" bir şey kalmadığı gerçeğiyle yüzleştim.
Kendimizi artık çocuk olarak tanımlamak istemediğimiz yaşlarda çıkmıştı karşımıza Harry. Bizden sadece 1-2 yaş küçüktü ve ergen günlerimizin eşlikçisi olmuştu. Bir çırpıda bitirilen kitaplar o kadar bağımlılık yapmıştı ki Türkçe'ye çevrilmesini bekleyemez olmuştum 4'ten sonra. Gittikçe karanlıklaşan, olgunlaşan, heyecanlanan kitaplar birçoğumuza derslerden çok daha iyi öğretmişti İngilizce'yi. Ve benim için 7. kitapla zirve yapmış, kurgusuna, 3-4 kitap öncesinin detayını sonlara geldikçe baş tacı yapmasına, her şeyi çözümleyip soru işareti bırakmadan bağlamasına hayran bırakmıştı. Ölümleriyle ve bitimiyle ağlatmıştı. "Ah o epilog olmasaydı"dan başka ağzımı açıp da bir söz söyleyememiştim 7. kitaba karşı. Ta o zamandan korkusu sarmıştı beni bu kitabı nasıl filme aktarabilirler ki diye. Ah keşke yanılsaymışım. Keşke kitaptan neredeyse tek ciddiye alınan "Voldy's gone mouldy, so let's have some fun" mottosu olmasaymış...
İki bölüme ayrıldı ama olmadı, olamadı. Tatmin etmedi beni sinema finali. "Eski dosta" böyle veda etmek haksızlık dedirtti bizlere ve kitabı sevenlerine. Acilen "yetişkinler için" Harry Potter finali istetti. Üstüne bir de artık merakla bekleyeceğimiz bir Potter kalmamasının burukluğu kaldı. Üniversite bitti, ilk gençlik arkadaşımız gitti. Ne kaldı.. ne kaldı?
Efem bundan sonrası 7. filmin ikinci bölümüne dair spoilerlardan bir demettir. İçimdekileri yazmasam, filme saydırıp döktürmesem içimde patlardı. İzlemeyen ve keyfimizi kaçırma diyen izleyene kadar okumasın, kaçsın kurtarsın kendini. Bir devrin sonunu getirsin gelsin geyiklerini çevirelim :)
----------------------------------------
Ah ulan David Yates! Yaktın beni!
O ne biçim savaş sahnesidir, o ne yandan yemiş savaş anlayışıdır?! Nerdeee o yüzlerce kişinin nefesini tutarak izlediği, Harry ve "Riddle"ın daireler çize çize büyük ana hazırlandığı, Harry'nin lafları yapıştırı yapıştırıverdiği muhteşem son... nerdeeee Harry ile Voldemort'un kimse görmeden okul yıkıntıları arasında düello yapmaya çalışması, yetinmeyip birbirine resmen kafa göz dalması, yetinmeyip birbirilerine sarılaraktan (!) köprüden atlaması. Yıktın hayallerimi Yates! Hani benim görkemli Battle of Hogwarts'ım, hani ev cinleri, hani centaurlar?? Gönül Harry'nin Carrow'lara cruciatus yapışını da görmek isterdi ya, savaş gördün mü ki onu göresin diyen sesleri duyar gibiyim. Peeeh..
Hani Grindelwald? Adam süs olsun diye mi çaldı ilk filmde asayı yahu? İkinci filmde hiç adı anılmasın diye mi? Hani Albus Dumbledore'un geçmişi, yalanları? Hani King's Cross'ta Dumbledore'un Harry'e neden ölemediğini açıklaması? Okumayan ne bilsin 4. kitapta Harry'den alınan kanla kurulan bağlantıyı! Breh breh breh. Adamcağıza ahrette bi de ugg giydirmişsiniz iyice maymun olmuş elinizde!
Zaten herkes de bi espritüel olmuş, ölmeden önce son esprimizi yapalım der gibi dolaşıyor... Neville anladık önemli karakter de, o Death Eater'lara bir nanik yapmasının eksik kaldığı yerin anlamı ne? Ya da kafasına taş mı düştü, nerenizden uydurdunuz da Luna'ya aşık oldu! Harry ona söylemeden nasıl bir içgüdüyle Nagini'yi öldürdü bu Neville! 7. kitapta ezik Neville olgunlaşıp savaşçı olmuş, Harry de zeki ve karizmatik lidere dönüşüvermişti ama sizin elinizde ezik geldi ezik gitti yavrucaklar...
İçimin acısı Fred'in ölümü nerde? Kesecek başka sahne mi bulamadınız ayol? Hayallerim vardı, kitapta nasıl şoka girdiysem filmde de o hislerle ağlayacaktım... Fred'imin cesedini şöööyle bir uzaktan görüvermekle yetindik. Böhüü. Fred hak ettiği sahneyi alamayınca Teddy Lupin'in de adının bile geçmemesine ağlayacak hale geldim. Harry vaftiz baba oldu diye sıkıştırıvereydiniz bir yere, epilogdan Teddy'i çıkarmayaydınız çatlar mıydınız?
Snape'im niye kayıkhanede öldü ya? Bağıran barakanın hatıraları vardı bizde, benimsemiştik onu biz. Zaten anıları da gözlerimizi doldurduysa Alan Rickman sayesinde. Ayrıca koskoca Birleşik Krallık semalarında kızıl saçlı mavi gözlü bir kadın bulamayıp Lily'i en az benim kadar kahverengi gözlü seçmeniz de beni benden aldı. Hadi yeşili mavi yaptınız bari mavide kalaydınız canlar. Annesinin gözleriyle alakası yok Harry'ninkilerin zavallı Snape o yüzden ölürayak açıklama yapmak zorunda (!) hissetti kendini zaar...
Harry'nin ölüme kimseye söylemeden gitmesi gerekiyordu, işin güzel yanı Harry'nin ölüm tedirginliğinde kendini herkesten soyutlaması, veda edersem yapamam diye düşünmesiydi. Gitti çat diye söyledi Ron ve Hermione'ye, Hermione'yle sarmaş dolaş oldular falan.. Hoş Ron anladı mı emin olamadık. Onların Hagrid'in kucağında Harry'i görüp bağırıp çağırması gerekiyordu yahu, işi dramatik yapan Voldemort'la sarmaş dolaş köprüden atlamak değil buydu. Atlamak demişken ölü sanılan Harry'nin Hagrid'in kucağından atlaması kadar saçma bir sahneyi nasıl çektiniz, çektikten sonra hiç mi izlemediniz?
Ron canımsın, ciğerimsin, gingersın, göbekli ya da göbeksiz severim seni. Ama koca kafandan dolayı 7 yıldır beklediğimiz öpüşmeden hiçbir şey anlamadık yahu!
Gringotts bölümü şahaneydi ama bak hakkını vereyim David. Helena Bonham Carter bilir işini. Manyaktı, psikopattı, evildi falan da adam gibi bir ölüm sahnesini hak etmişti Bellatrix. Nedense onun da ölüsünü göremedik Voldemort'la toz bulutu olup göçtü bu dünyadan. Oysa amaç onların da herkes gibi öleceğini göstermek değil miydi?
Sonunda müdürün odasına gitmeden, kendi asasını onarmadan çat diye kırdı ya Harry Elder Wand'ı... Aha da öyle kırdın hevesimi işte. Harry de bi dal parçası bulur onu asa yapar artıkın derkeeen o epilogu da gördüm tam oldu. Hayır zaten kitapta da gereksizdi o, o kısmı atsanız yerindeydi. Hadi atmadınız bari Rowling'in o kısmı yazma amaçlarımdan biri dediği Teddy'ciği koyaydınız da içimize su serpileydi. Ama yok Ginny ve Draco'ya fena koyan yıllar Ron'a göbek, Hermione'ye tayyör-pardesü, Harry'e de sakal-ceket olarak geri dönmüş.
Olmamış diyor, savaş ve ceset göstermekten çekinmeyen bir yetişkin sürümü için inanmaya devam ediyoruz...
Kendimizi artık çocuk olarak tanımlamak istemediğimiz yaşlarda çıkmıştı karşımıza Harry. Bizden sadece 1-2 yaş küçüktü ve ergen günlerimizin eşlikçisi olmuştu. Bir çırpıda bitirilen kitaplar o kadar bağımlılık yapmıştı ki Türkçe'ye çevrilmesini bekleyemez olmuştum 4'ten sonra. Gittikçe karanlıklaşan, olgunlaşan, heyecanlanan kitaplar birçoğumuza derslerden çok daha iyi öğretmişti İngilizce'yi. Ve benim için 7. kitapla zirve yapmış, kurgusuna, 3-4 kitap öncesinin detayını sonlara geldikçe baş tacı yapmasına, her şeyi çözümleyip soru işareti bırakmadan bağlamasına hayran bırakmıştı. Ölümleriyle ve bitimiyle ağlatmıştı. "Ah o epilog olmasaydı"dan başka ağzımı açıp da bir söz söyleyememiştim 7. kitaba karşı. Ta o zamandan korkusu sarmıştı beni bu kitabı nasıl filme aktarabilirler ki diye. Ah keşke yanılsaymışım. Keşke kitaptan neredeyse tek ciddiye alınan "Voldy's gone mouldy, so let's have some fun" mottosu olmasaymış...
İki bölüme ayrıldı ama olmadı, olamadı. Tatmin etmedi beni sinema finali. "Eski dosta" böyle veda etmek haksızlık dedirtti bizlere ve kitabı sevenlerine. Acilen "yetişkinler için" Harry Potter finali istetti. Üstüne bir de artık merakla bekleyeceğimiz bir Potter kalmamasının burukluğu kaldı. Üniversite bitti, ilk gençlik arkadaşımız gitti. Ne kaldı.. ne kaldı?
Efem bundan sonrası 7. filmin ikinci bölümüne dair spoilerlardan bir demettir. İçimdekileri yazmasam, filme saydırıp döktürmesem içimde patlardı. İzlemeyen ve keyfimizi kaçırma diyen izleyene kadar okumasın, kaçsın kurtarsın kendini. Bir devrin sonunu getirsin gelsin geyiklerini çevirelim :)
----------------------------------------
Ah ulan David Yates! Yaktın beni!
O ne biçim savaş sahnesidir, o ne yandan yemiş savaş anlayışıdır?! Nerdeee o yüzlerce kişinin nefesini tutarak izlediği, Harry ve "Riddle"ın daireler çize çize büyük ana hazırlandığı, Harry'nin lafları yapıştırı yapıştırıverdiği muhteşem son... nerdeeee Harry ile Voldemort'un kimse görmeden okul yıkıntıları arasında düello yapmaya çalışması, yetinmeyip birbirine resmen kafa göz dalması, yetinmeyip birbirilerine sarılaraktan (!) köprüden atlaması. Yıktın hayallerimi Yates! Hani benim görkemli Battle of Hogwarts'ım, hani ev cinleri, hani centaurlar?? Gönül Harry'nin Carrow'lara cruciatus yapışını da görmek isterdi ya, savaş gördün mü ki onu göresin diyen sesleri duyar gibiyim. Peeeh..
Hani Grindelwald? Adam süs olsun diye mi çaldı ilk filmde asayı yahu? İkinci filmde hiç adı anılmasın diye mi? Hani Albus Dumbledore'un geçmişi, yalanları? Hani King's Cross'ta Dumbledore'un Harry'e neden ölemediğini açıklaması? Okumayan ne bilsin 4. kitapta Harry'den alınan kanla kurulan bağlantıyı! Breh breh breh. Adamcağıza ahrette bi de ugg giydirmişsiniz iyice maymun olmuş elinizde!
Zaten herkes de bi espritüel olmuş, ölmeden önce son esprimizi yapalım der gibi dolaşıyor... Neville anladık önemli karakter de, o Death Eater'lara bir nanik yapmasının eksik kaldığı yerin anlamı ne? Ya da kafasına taş mı düştü, nerenizden uydurdunuz da Luna'ya aşık oldu! Harry ona söylemeden nasıl bir içgüdüyle Nagini'yi öldürdü bu Neville! 7. kitapta ezik Neville olgunlaşıp savaşçı olmuş, Harry de zeki ve karizmatik lidere dönüşüvermişti ama sizin elinizde ezik geldi ezik gitti yavrucaklar...
İçimin acısı Fred'in ölümü nerde? Kesecek başka sahne mi bulamadınız ayol? Hayallerim vardı, kitapta nasıl şoka girdiysem filmde de o hislerle ağlayacaktım... Fred'imin cesedini şöööyle bir uzaktan görüvermekle yetindik. Böhüü. Fred hak ettiği sahneyi alamayınca Teddy Lupin'in de adının bile geçmemesine ağlayacak hale geldim. Harry vaftiz baba oldu diye sıkıştırıvereydiniz bir yere, epilogdan Teddy'i çıkarmayaydınız çatlar mıydınız?
Snape'im niye kayıkhanede öldü ya? Bağıran barakanın hatıraları vardı bizde, benimsemiştik onu biz. Zaten anıları da gözlerimizi doldurduysa Alan Rickman sayesinde. Ayrıca koskoca Birleşik Krallık semalarında kızıl saçlı mavi gözlü bir kadın bulamayıp Lily'i en az benim kadar kahverengi gözlü seçmeniz de beni benden aldı. Hadi yeşili mavi yaptınız bari mavide kalaydınız canlar. Annesinin gözleriyle alakası yok Harry'ninkilerin zavallı Snape o yüzden ölürayak açıklama yapmak zorunda (!) hissetti kendini zaar...
Harry'nin ölüme kimseye söylemeden gitmesi gerekiyordu, işin güzel yanı Harry'nin ölüm tedirginliğinde kendini herkesten soyutlaması, veda edersem yapamam diye düşünmesiydi. Gitti çat diye söyledi Ron ve Hermione'ye, Hermione'yle sarmaş dolaş oldular falan.. Hoş Ron anladı mı emin olamadık. Onların Hagrid'in kucağında Harry'i görüp bağırıp çağırması gerekiyordu yahu, işi dramatik yapan Voldemort'la sarmaş dolaş köprüden atlamak değil buydu. Atlamak demişken ölü sanılan Harry'nin Hagrid'in kucağından atlaması kadar saçma bir sahneyi nasıl çektiniz, çektikten sonra hiç mi izlemediniz?
Ron canımsın, ciğerimsin, gingersın, göbekli ya da göbeksiz severim seni. Ama koca kafandan dolayı 7 yıldır beklediğimiz öpüşmeden hiçbir şey anlamadık yahu!
Gringotts bölümü şahaneydi ama bak hakkını vereyim David. Helena Bonham Carter bilir işini. Manyaktı, psikopattı, evildi falan da adam gibi bir ölüm sahnesini hak etmişti Bellatrix. Nedense onun da ölüsünü göremedik Voldemort'la toz bulutu olup göçtü bu dünyadan. Oysa amaç onların da herkes gibi öleceğini göstermek değil miydi?
Sonunda müdürün odasına gitmeden, kendi asasını onarmadan çat diye kırdı ya Harry Elder Wand'ı... Aha da öyle kırdın hevesimi işte. Harry de bi dal parçası bulur onu asa yapar artıkın derkeeen o epilogu da gördüm tam oldu. Hayır zaten kitapta da gereksizdi o, o kısmı atsanız yerindeydi. Hadi atmadınız bari Rowling'in o kısmı yazma amaçlarımdan biri dediği Teddy'ciği koyaydınız da içimize su serpileydi. Ama yok Ginny ve Draco'ya fena koyan yıllar Ron'a göbek, Hermione'ye tayyör-pardesü, Harry'e de sakal-ceket olarak geri dönmüş.
Olmamış diyor, savaş ve ceset göstermekten çekinmeyen bir yetişkin sürümü için inanmaya devam ediyoruz...
3 Temmuz 2011 Pazar
mezun
3 gün 3 gecedir mezuniyet telaşında ve öncesinde de birkaç günü hazırlık peşinde geçirdikten sonra nihayet olduk biz. Mezun olduk.
Kep atma töreninden aklımda kalacaklar bizim bölümün pankartının unutulması olmasına rağmen yılmayıp yürüyüş sırası için sıkıştığımız çalılık kılıklı yerde duruma el koyarak pankartı "Küresel ve Uluslararası İlişkiler"den el yordamıyla olması gereken "Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler"e çevirmemiz ve akabinde gelen ne menem bölümmüşüz demek ki bizi unutmuşlar hissi olsa da... Hocalarımız törene gelmeye tenezzül etmemiş olsa da... Uzun konuşmalar, saçma konuşmalar, o konuşmaların içine giren "Hong Kong'a giderken bavula konan ekmekler", "Bu okulda çok çınar var" ile başlayan Wikipedia çınar ağacı bilgileri ya da uzayıp giden "Selam olsun!!"lar duygusallıktan değil sinirden bizi ağlama noktasına getirse de... Diploma töreninde birbirini alkışlayan tek bölüm ve fakat bu arada en oturmak bilmez yaramaz çocuk havasında bölüm olduğunu da gösteren tek bölüm olsak da... Diplomalarımızı alma şeklimize çok bayılmasak da...
Boğaziçi bizim evimizdi 4 yıldır. İçinde türlü mutluluklar, sıkıntılar, üzüntüler yaşadığımız, saçmalıklar yaptığımız ve çimlerinde yata yata büyüdüğümüz yerdi. Ben iki yıl daha bu evde olacağım evet. Ama eskisi gibi de olmayacak tabii. "Those were the days" demeyi bilmek gerek şimdi. O güzel günlere katkısı olan herkese iyi ki varsınız demek de gerek. Seviyorum sizi bilin demek gerek.
Çok duygusal olduysam takılmayınız bana efem. Lisede yaşayamadığım mezuniyeti doya doya ve daha anlamlı şekilde yaşıyorum günlerdir ondandır. Okulun bitimiyle etraftan peş peşe duyulan evlilik planları ve hatta baloda şahit olunan evlenme teklifinin ardından "ya biz hakikaten büyüdük ya böhüüü" etkisi de olabilir o ayrı.
Kep atma töreninden aklımda kalacaklar bizim bölümün pankartının unutulması olmasına rağmen yılmayıp yürüyüş sırası için sıkıştığımız çalılık kılıklı yerde duruma el koyarak pankartı "Küresel ve Uluslararası İlişkiler"den el yordamıyla olması gereken "Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler"e çevirmemiz ve akabinde gelen ne menem bölümmüşüz demek ki bizi unutmuşlar hissi olsa da... Hocalarımız törene gelmeye tenezzül etmemiş olsa da... Uzun konuşmalar, saçma konuşmalar, o konuşmaların içine giren "Hong Kong'a giderken bavula konan ekmekler", "Bu okulda çok çınar var" ile başlayan Wikipedia çınar ağacı bilgileri ya da uzayıp giden "Selam olsun!!"lar duygusallıktan değil sinirden bizi ağlama noktasına getirse de... Diploma töreninde birbirini alkışlayan tek bölüm ve fakat bu arada en oturmak bilmez yaramaz çocuk havasında bölüm olduğunu da gösteren tek bölüm olsak da... Diplomalarımızı alma şeklimize çok bayılmasak da...
Boğaziçi bizim evimizdi 4 yıldır. İçinde türlü mutluluklar, sıkıntılar, üzüntüler yaşadığımız, saçmalıklar yaptığımız ve çimlerinde yata yata büyüdüğümüz yerdi. Ben iki yıl daha bu evde olacağım evet. Ama eskisi gibi de olmayacak tabii. "Those were the days" demeyi bilmek gerek şimdi. O güzel günlere katkısı olan herkese iyi ki varsınız demek de gerek. Seviyorum sizi bilin demek gerek.
Çok duygusal olduysam takılmayınız bana efem. Lisede yaşayamadığım mezuniyeti doya doya ve daha anlamlı şekilde yaşıyorum günlerdir ondandır. Okulun bitimiyle etraftan peş peşe duyulan evlilik planları ve hatta baloda şahit olunan evlenme teklifinin ardından "ya biz hakikaten büyüdük ya böhüüü" etkisi de olabilir o ayrı.
10 Haziran 2011 Cuma
final...
Sıkıntıdan patlamaya ramak kala biten finallerin ardından mezuniyet hissiyle şampanya patlatmak... Final.. Bitmek.. Okul... Bitmek.. Mezun?
Seviyoruz seni boun, her şey için teşekkürler :)
Seviyoruz seni boun, her şey için teşekkürler :)
6 Haziran 2011 Pazartesi
ha-ha
Son finaller, bitti bitiyor derken sonunda gerçekten sıyırmaya başladım sanırım ufaktan. Ya da birileri benimle kafa buluyor. Belki de ikisi birden...
Durumumuz şu efem, 2 final kaldı, ikisi de aynı gün. Aralarında 3 saat olduğu için aynı günde olması sorun yaratmayacak (!) olan 2 finale çalışmak için 2 günüm var. Ve fakat en temiz hislerim finaller sırası kaytarma hallerimi bile bir kenara koyduktan sonra tam çalışmaya başlamıştım kiii makale beni sabote etti. Hayatımın 9 yılını "Mitarbeit" ve "Participation" yolunda çürüttükten sonra birinin karşıma geçip "zero-participation"ı savunması, üstüne bir de "In order to stop suffering, we have to stop working!" demesi ve bunun bana ödev olması Boğaziçi'nin bir şakası olmalı.
Bozma kafayı öbür derse bak diyenlere ise, 4. sınıf zorunlusu olan diğer dersin hocasının son 3 haftayı kariyer planlarımıza (!) ayırarak hayatı daraltmayın marangoz olun, aşçı olun, ara verin dediğini hatırlatmayı bir borç bilirim. Bugünkü "çalışmamak için ne saçmalık varsa yapmalıyım" seansımda ise isim-soyaddan meslek bulma zımbırtısını deneyip, ideal mesleğimin "çorbacı" olduğunu öğrenmiş olmam da size benden bonus olsun.
Tamamdır Boğaziçi, bak yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik artık ironiye, işaretlere gerek yok. Bir seferde söyle hangi kameraya el sallıyoruz?
Durumumuz şu efem, 2 final kaldı, ikisi de aynı gün. Aralarında 3 saat olduğu için aynı günde olması sorun yaratmayacak (!) olan 2 finale çalışmak için 2 günüm var. Ve fakat en temiz hislerim finaller sırası kaytarma hallerimi bile bir kenara koyduktan sonra tam çalışmaya başlamıştım kiii makale beni sabote etti. Hayatımın 9 yılını "Mitarbeit" ve "Participation" yolunda çürüttükten sonra birinin karşıma geçip "zero-participation"ı savunması, üstüne bir de "In order to stop suffering, we have to stop working!" demesi ve bunun bana ödev olması Boğaziçi'nin bir şakası olmalı.
Bozma kafayı öbür derse bak diyenlere ise, 4. sınıf zorunlusu olan diğer dersin hocasının son 3 haftayı kariyer planlarımıza (!) ayırarak hayatı daraltmayın marangoz olun, aşçı olun, ara verin dediğini hatırlatmayı bir borç bilirim. Bugünkü "çalışmamak için ne saçmalık varsa yapmalıyım" seansımda ise isim-soyaddan meslek bulma zımbırtısını deneyip, ideal mesleğimin "çorbacı" olduğunu öğrenmiş olmam da size benden bonus olsun.
Tamamdır Boğaziçi, bak yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik artık ironiye, işaretlere gerek yok. Bir seferde söyle hangi kameraya el sallıyoruz?
2 Haziran 2011 Perşembe
Levrek, hamsi, kalkan... Kader anı Haziran!
Levrek, hamsi, kalkan... Kader anı Haziran!:
Levrek, hamsi, kalkan / kader anı Haziran / ben eyleme katıldım / keşke sen de katılsan http://bit.ly/kMTNgZ
"Seninki kaç santim?” kampanyasının sonucu belli oluyor. Tarım Bakanlığı balıkların ve denizlerin geleceğine Haziran’da karar veriyor. İş işten geçmeden, balıklar tükenmeden, daha fazla ertelemeden, hemen şimdi eyleme katıl."
Yavru balık yemeyin, yedirmeyin!
Levrek, hamsi, kalkan / kader anı Haziran / ben eyleme katıldım / keşke sen de katılsan http://bit.ly/kMTNgZ
"Seninki kaç santim?” kampanyasının sonucu belli oluyor. Tarım Bakanlığı balıkların ve denizlerin geleceğine Haziran’da karar veriyor. İş işten geçmeden, balıklar tükenmeden, daha fazla ertelemeden, hemen şimdi eyleme katıl."
Yavru balık yemeyin, yedirmeyin!
29 Mayıs 2011 Pazar
ağlatan şarkılar
Şarkılardan gidiyorum bu aralar hadi hayırlısı...
Hani bazı şarkılar vardır, bir yandan yüzünüze aptal denebilecek bir gülümseme oturturken diğer yandan da burnunuzun direğini sızlatır, gözlerinizi doldurur... İşte bu şarkı onlardan biri. Zaten kendi başına bu dediklerimi yapmaya yettiği halde bir de enfes bir klip yapmışlar. Baktıkça mutlu ediyor beni dinginliğiyle, içtenliğiyle, gerçekliğiyle...
Çünkü aşk ekranda, perdede bize gösterildiği gibi kusursuz güzellikteki kadın ve erkeğin arasında yaşanınca anlamlı ve güzel olan bir şey değil. Aşk herkes için var. Aşk kendi başına zaten güzel, zaten estetik...
Hani bazı şarkılar vardır, bir yandan yüzünüze aptal denebilecek bir gülümseme oturturken diğer yandan da burnunuzun direğini sızlatır, gözlerinizi doldurur... İşte bu şarkı onlardan biri. Zaten kendi başına bu dediklerimi yapmaya yettiği halde bir de enfes bir klip yapmışlar. Baktıkça mutlu ediyor beni dinginliğiyle, içtenliğiyle, gerçekliğiyle...
Çünkü aşk ekranda, perdede bize gösterildiği gibi kusursuz güzellikteki kadın ve erkeğin arasında yaşanınca anlamlı ve güzel olan bir şey değil. Aşk herkes için var. Aşk kendi başına zaten güzel, zaten estetik...
28 Mayıs 2011 Cumartesi
je veux
Dersler bitti, hatta son ders itinayla kırıldı. "Ne halt edeceğim ben şimdi?" dertleri her köşe başında karşımıza çıkarken bu şarkıyı her gün dinlemezsem olmuyor bu aralar, ki zaten her yerde çalıyor sağolsun. Mutlu ediyor bu şarkı insanı, dans etme isteği yaratıyor bünyede aniden.Fransızca derslerinde şarkıları çözmeye çalıştığımız zamanları hatırlatıyor bana bir de... "La tribu de Nana" olur bir gün bizim için belki, ultra mega kırık Fransızcamızla bir yolcuk boyu söyleriz belli mi olur? :)
İtalyancası da var hatta, adı da "Mi Va". Bana daha çok İspanyolca gibi geliyor ya neyse...
Sözün kısası sevin sevdirin, neşelenin.
İtalyancası da var hatta, adı da "Mi Va". Bana daha çok İspanyolca gibi geliyor ya neyse...
Sözün kısası sevin sevdirin, neşelenin.
2 Mayıs 2011 Pazartesi
hatıralar
Geçip giden mm zamanları mmm bir yerlerde bulsam...
Yaprak'ın efsane fotoğraf makinasından çıkan bu fotoğrafı görünce ilk bu şarkı geldi aklıma. O zamanları bulmak istedim, tekrar o ana ışınlanmak istedim. Uzun uzun baktım fotoğrafa tadını çıkarmak için. Fonda çalan şarkımızı söyledim sonra da içimden...
Lucy in the sky with diamonds...
Yaprak'ın efsane fotoğraf makinasından çıkan bu fotoğrafı görünce ilk bu şarkı geldi aklıma. O zamanları bulmak istedim, tekrar o ana ışınlanmak istedim. Uzun uzun baktım fotoğrafa tadını çıkarmak için. Fonda çalan şarkımızı söyledim sonra da içimden...
Lucy in the sky with diamonds...
1 Mayıs 2011 Pazar
1 mayıs 1 mayıs...
Günlerin bugün getirdiği baskı zulüm ve kandır
Ancak bu böyle gitmez, sömürü devam etmez
Yepyeni bir hayat gelir bizde ve her yerde...
Bütün gün haber merkezindeki bilimum televizyondan yankılandı 1 Mayıs Marşı... 2011 1 Mayıs'ında da eski görüntüler geldi ekranlarımıza, eski acılar anıldı, hatıralar canlandı. Dönüp duran görüntülere baktıkça düşündüm, 1 Mayıs benim hatıralarıma ne zaman nasıl girmişti diye...
İkinci sınıftaydım yanılmıyorsam, İstanbul'da Habitat toplantısı var diye okulları bir aya yakın bir süre kadar erken kapatmışlardı. Annem de doğumgünümde herkes yaz tatili için dağılır, benim doğumgünü güme gider diye mayıs başında bir haftasonu eve o yaşlarda adet olduğu üzere neredeyse sınıfın yarısını çağırmıştı. Tam başı ama mayısın. 1 Mayıs. O hafta içinde birkaç kişi "Biz gelemeyiz." dedi "O gün evden çıkmak istemiyor annemler sokaklar güvenli olmayabilirmiş, olay çıkarmış." Anlamamıştım ne olayı, neden olay çıkmalı? Kızmıştım, üzülmüştüm hatta. Annem "Doğrudur bak aklıma gelmemişti, çıkmak istemeyebilir insanlar meydanlara yakınlarsa" demişti de iyice kafam karışmıştı. Neden diye sorduğumdaysa "Bizim zamanımızda çok olaylı geçerdi İşçi Bayramları, çok insan öldü" dedi ve kapattı. Ben de kapattım konuyu hiç anlamamıştım ama ben de biraz korkmuştum galiba. Sonuçta gelenlerle de yapmıştık yine o günü, mesele benim çocuk aklımda kapanmıştı.
Sonra yıllar geçtikçe öğrendim tabii oradan buradan okuyarak İşçi Bayramı'nı, Kanlı 1 Mayıs'ı, Taksim'i, Taksim'in yasağını... Geçen yıl 1 Mayıs'ta Berlin'deydik. Çok kaptırmıştık kendimizi hatta, İstanbul'da meydanlara çıkılamıyorsa biz de Berlin'de çıkacaktık, Nazilerin yürüyüşünün önünde duracaktık, "1. Mai Nazifrei", "Kein Platz für Nazis" diyecektik şehrin havasına uyaraktan. Sonuç? Meydana çıktık evet... Ama umduğumuzu bulamadık. Direniş havasından çok parti havası vardı, millet Amy Winehouse çalıp dans ediyordu resmen. Biz de napalım dedik, aldık balonlarımızı, vurduk kendimizi Kreuzberg'e göbek attık. Sonra da eve gittiğimizde yıllardan sonra ilk kez Taksim'e çıkıldığını öğrenip bunu kaçırdığımız için yıkıldık.
Bu yılsa çıkamadım dışarı, 1 Mayıs haber merkezinde geçti. Bütün gün Taksim Meydanı'nı seyrettim ekranlardan, notlarını aldım. Ekranımda neşe ve umut vardı bugün. Farklı kesimlerden, farklı etnik kimliklerden yüz binlerce insanın nasıl da bir arada olabileceğine, beraber bir kutlama yapabileceğine inandım tekrar. Biber gazı olmadan gösteri yapılabildiğini gördüm. Bu topraklara ait dillerden pankartlar gördüm, türküler duydum. Her maç birbirine giren takımların taraftarlarını bile tek yürek olmuş izledim. En azından şu hoşgörüyle yaşamak bizim için lüks değilmiş, ütopya hiç değilmiş dedim. "Kendinden olmadığını düşündüğünü" de sevebiliyormuş insanlar meğer. E peki o zaman sormazlar mı insana neden yılda sadece bir gün diye? Şu karelerin görmek için gerçekten bir yıl daha beklememize gerek var mıdır diye?
Ancak bu böyle gitmez, sömürü devam etmez
Yepyeni bir hayat gelir bizde ve her yerde...
Bütün gün haber merkezindeki bilimum televizyondan yankılandı 1 Mayıs Marşı... 2011 1 Mayıs'ında da eski görüntüler geldi ekranlarımıza, eski acılar anıldı, hatıralar canlandı. Dönüp duran görüntülere baktıkça düşündüm, 1 Mayıs benim hatıralarıma ne zaman nasıl girmişti diye...
İkinci sınıftaydım yanılmıyorsam, İstanbul'da Habitat toplantısı var diye okulları bir aya yakın bir süre kadar erken kapatmışlardı. Annem de doğumgünümde herkes yaz tatili için dağılır, benim doğumgünü güme gider diye mayıs başında bir haftasonu eve o yaşlarda adet olduğu üzere neredeyse sınıfın yarısını çağırmıştı. Tam başı ama mayısın. 1 Mayıs. O hafta içinde birkaç kişi "Biz gelemeyiz." dedi "O gün evden çıkmak istemiyor annemler sokaklar güvenli olmayabilirmiş, olay çıkarmış." Anlamamıştım ne olayı, neden olay çıkmalı? Kızmıştım, üzülmüştüm hatta. Annem "Doğrudur bak aklıma gelmemişti, çıkmak istemeyebilir insanlar meydanlara yakınlarsa" demişti de iyice kafam karışmıştı. Neden diye sorduğumdaysa "Bizim zamanımızda çok olaylı geçerdi İşçi Bayramları, çok insan öldü" dedi ve kapattı. Ben de kapattım konuyu hiç anlamamıştım ama ben de biraz korkmuştum galiba. Sonuçta gelenlerle de yapmıştık yine o günü, mesele benim çocuk aklımda kapanmıştı.
Sonra yıllar geçtikçe öğrendim tabii oradan buradan okuyarak İşçi Bayramı'nı, Kanlı 1 Mayıs'ı, Taksim'i, Taksim'in yasağını... Geçen yıl 1 Mayıs'ta Berlin'deydik. Çok kaptırmıştık kendimizi hatta, İstanbul'da meydanlara çıkılamıyorsa biz de Berlin'de çıkacaktık, Nazilerin yürüyüşünün önünde duracaktık, "1. Mai Nazifrei", "Kein Platz für Nazis" diyecektik şehrin havasına uyaraktan. Sonuç? Meydana çıktık evet... Ama umduğumuzu bulamadık. Direniş havasından çok parti havası vardı, millet Amy Winehouse çalıp dans ediyordu resmen. Biz de napalım dedik, aldık balonlarımızı, vurduk kendimizi Kreuzberg'e göbek attık. Sonra da eve gittiğimizde yıllardan sonra ilk kez Taksim'e çıkıldığını öğrenip bunu kaçırdığımız için yıkıldık.
Bu yılsa çıkamadım dışarı, 1 Mayıs haber merkezinde geçti. Bütün gün Taksim Meydanı'nı seyrettim ekranlardan, notlarını aldım. Ekranımda neşe ve umut vardı bugün. Farklı kesimlerden, farklı etnik kimliklerden yüz binlerce insanın nasıl da bir arada olabileceğine, beraber bir kutlama yapabileceğine inandım tekrar. Biber gazı olmadan gösteri yapılabildiğini gördüm. Bu topraklara ait dillerden pankartlar gördüm, türküler duydum. Her maç birbirine giren takımların taraftarlarını bile tek yürek olmuş izledim. En azından şu hoşgörüyle yaşamak bizim için lüks değilmiş, ütopya hiç değilmiş dedim. "Kendinden olmadığını düşündüğünü" de sevebiliyormuş insanlar meğer. E peki o zaman sormazlar mı insana neden yılda sadece bir gün diye? Şu karelerin görmek için gerçekten bir yıl daha beklememize gerek var mıdır diye?
28 Nisan 2011 Perşembe
kitap...
Uzun bir ara olmuş yine buraya yazmayalı... Nedense başka şeyler yazmaya zorlandığım zamanlar durup kendi düşüncelerimi, kendi sayıklamalarımı ve zaman zaman saçmalamalarımı yazmak içimden gelmiyor. Yazmak zora binince ne şekilde olursa olsun anlamını kaybediyor. Öyle işte...
Ama madem şimdi kendi saçmalarımı dinliyorum o zaman başlayalım. Bugün bir kez daha "kitapların dili olsa" diye geçirdim içimden. Dili olsa anlatsa, gördüklerini bize gösterse... Çantalarda o kadar çok yer görüyor, o kadar ses duyuyor ki kitaplar. Eminim dili olsa bizden çok daha iyi yorumlarlardı. Evet biliyorum nereden çıktı? Çantamda bir kitap vardı bugün, bir ödev için kütüphaneden aldığım, bir punduna getirip belki okurum diye işe götürdüğüm. Okumayı başardığım 2-3 sayfası oldu ama onun yerine daha çok gezdi benimle. Gezdi dediysem... Haber için Güven Sazak'ın cenazesine geldi benimle ve bugün "işi olmayan" birtakım "önemli" devlet erkanını gördü. Oysa çok da yabancısı değildi kitap bu durumların. Eminim onları benden daha iyi tanıyordu. Zaten ihtilal (!) konulu kitap bizim kütüphaneye Tarık Zafer Tunaya koleksiyonundan gelmişti. Aldığım günden beri düşünürdüm aslında kim bilir ne operasyonlar ne aramalar görmüştü, nefes almanın yasak olduğu dönemlerde...
Kitap... yasak... nefes... aynı cümleye düşüvermişler, sebepsiz mi? Ahmet Şık'la başlayan kitap avı ikinci hedefini William Burroughs ile devam edince sebepsiz miydi? Sebep sadece "marjinale olan kronik nefretimiz" miydi? Daha derin miydi? Sıra kimdeydi?
Pekiyi bizim ama marjinal ama klişe ötesi kitaplarımızın başına bir şey gelmeyeceğini bilebilir miyiz? Yoksa sadece güzel anılar yaşamasını ummak mıdır bize düşen?
Buyurun buradan yakın...
Ama madem şimdi kendi saçmalarımı dinliyorum o zaman başlayalım. Bugün bir kez daha "kitapların dili olsa" diye geçirdim içimden. Dili olsa anlatsa, gördüklerini bize gösterse... Çantalarda o kadar çok yer görüyor, o kadar ses duyuyor ki kitaplar. Eminim dili olsa bizden çok daha iyi yorumlarlardı. Evet biliyorum nereden çıktı? Çantamda bir kitap vardı bugün, bir ödev için kütüphaneden aldığım, bir punduna getirip belki okurum diye işe götürdüğüm. Okumayı başardığım 2-3 sayfası oldu ama onun yerine daha çok gezdi benimle. Gezdi dediysem... Haber için Güven Sazak'ın cenazesine geldi benimle ve bugün "işi olmayan" birtakım "önemli" devlet erkanını gördü. Oysa çok da yabancısı değildi kitap bu durumların. Eminim onları benden daha iyi tanıyordu. Zaten ihtilal (!) konulu kitap bizim kütüphaneye Tarık Zafer Tunaya koleksiyonundan gelmişti. Aldığım günden beri düşünürdüm aslında kim bilir ne operasyonlar ne aramalar görmüştü, nefes almanın yasak olduğu dönemlerde...
Kitap... yasak... nefes... aynı cümleye düşüvermişler, sebepsiz mi? Ahmet Şık'la başlayan kitap avı ikinci hedefini William Burroughs ile devam edince sebepsiz miydi? Sebep sadece "marjinale olan kronik nefretimiz" miydi? Daha derin miydi? Sıra kimdeydi?
Pekiyi bizim ama marjinal ama klişe ötesi kitaplarımızın başına bir şey gelmeyeceğini bilebilir miyiz? Yoksa sadece güzel anılar yaşamasını ummak mıdır bize düşen?
Buyurun buradan yakın...
22 Mart 2011 Salı
knut
Hayvanat bahçelerine gitmeyi oldum olası manasız bulurum, kim ne zevk alır anlayamam. Ya da en azından şöyle söyleyeyim ki hayatımda hiç "Bugün de bir hayvanat bahçesine gideyim gezeyim, eğleneyim, maymunlara fıstık atayım" demişliğim yoktur. Gittiysem okulla olan gezilerde gitmişimdir. Hele hele her gittiği yeni şehirde tarihi yer gezer gibi hayvanat bahçesi gezenleri anlayamam. Hayvanat bahçesi gözümde yeşilçamda esas kız ve esas oğlanın buluşmak için seçtiği ilginç yerlerden biri olmaktan öteye gitmez.
Bu nedenle 4.5 aylık "love and hate relationship" tadındaki Berlin maceramda da hayvanat bahçesine gitmedim, gerek görmedim. Tiergarten'ın tam olarak nerede olduğunu bilmediğim girişine uzak çayır çimen bir alanında Yaprak'a doğumgünü pikniği yaptığımız muhteşem gün dışında hayvanat bahçesi "Benim Berlin'imde" yoktu. Knut hariç...
Berlin'de biraz da olsa vakit geçiren hiç kimse Knut'u bilmiyorum diyemezdi herhalde. Zaten sembolü de ayı olan bir şehrin sevimli ötesi bir kutup ayısını maskot bellemesinden sonra Knut Berlin'in her noktasına yayılmış. Turistik olmuş, t-shirt/kupa baskısı olmuş, takvim olmuş, oyuncak olmuş ve her yerde olmuş.Öyle ki hiç gidip görmediğim halde resminden tanır hale gelmişim Knut'u. "Knut öldü" haberini görünce bir burkuldu içim, Knut için, Berlin için...
Şu koşturmacalı günlerde serap gibi gözümün önüne geliyor arada Berlin günleri öyle bir gülümsetmek için... (Tıpkı Berlin'deki menopozlu havalardan bulanıp İstanbul'u hayal ettiğimiz gibi) Ve şimdi Berlin'in kendi gibi sevimli yüzü de uzaklara gitmiş, hatıra olmuş. Bize denecek tek şey kalmış. Güle güle Knut..
Bu nedenle 4.5 aylık "love and hate relationship" tadındaki Berlin maceramda da hayvanat bahçesine gitmedim, gerek görmedim. Tiergarten'ın tam olarak nerede olduğunu bilmediğim girişine uzak çayır çimen bir alanında Yaprak'a doğumgünü pikniği yaptığımız muhteşem gün dışında hayvanat bahçesi "Benim Berlin'imde" yoktu. Knut hariç...
Berlin'de biraz da olsa vakit geçiren hiç kimse Knut'u bilmiyorum diyemezdi herhalde. Zaten sembolü de ayı olan bir şehrin sevimli ötesi bir kutup ayısını maskot bellemesinden sonra Knut Berlin'in her noktasına yayılmış. Turistik olmuş, t-shirt/kupa baskısı olmuş, takvim olmuş, oyuncak olmuş ve her yerde olmuş.Öyle ki hiç gidip görmediğim halde resminden tanır hale gelmişim Knut'u. "Knut öldü" haberini görünce bir burkuldu içim, Knut için, Berlin için...
Şu koşturmacalı günlerde serap gibi gözümün önüne geliyor arada Berlin günleri öyle bir gülümsetmek için... (Tıpkı Berlin'deki menopozlu havalardan bulanıp İstanbul'u hayal ettiğimiz gibi) Ve şimdi Berlin'in kendi gibi sevimli yüzü de uzaklara gitmiş, hatıra olmuş. Bize denecek tek şey kalmış. Güle güle Knut..
12 Mart 2011 Cumartesi
dünyayı kurtarmak
Oldum olası Facebook'taki manasız, oturduğu yerden dünyayı kurtarmaya çalışan, tek amacı x kadar kişi toplamak olan saçma gruplara gıcığımdır. İnsanların klavye başında, ya da popüler tabiriyle sosyal medya üzerinden ahkam kesmeleri sinirimi bozar. Sanal gruplarla sanal bir dünya hayal edip, o sanalı kurtarmaya çalıştıklarını düşünür biraz da üzülürüm hatta teknolojiyle geldiğimiz noktaya. Doğru, son aylarda Facebook izerinden örgütlenip isyan başlatan Arap ülkelerini de gördük ama bilmem kastettiklerimin gerçek bir örgütlenme hedefleyen bu örnekler olmadığını söylememe gerek var mı?
Neyse efem, ben bu tarz "sosyal medya" icatlarına sinir oladurayım, son birkaç gündür Erasmus'ta edindiğim bazı arkadaşların Facebook iletileri ve onlar üzerinden ilerleyen karşılıklı yorumları hayretle izler oldum. Hatta ben Erasmus'ta ne menem arkadaşlar edindim diye de düşünmeye başladım.
Önce 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nde Hollandalı bir arkadaş, "Ben de Hollanda kültürünü ilerici sanırım, bugün ofiste kadınlara çiçek verilince ne oluyor dedim. Meğer Hollandalılar muhafazakarmış, utandım biraz" demiş. Ve altına Erasmus'tan yadigar multikulti havasında Şili'den Sırbistan'a, Slovenya'dan Polonya'ya ve yeniden Hollanda'ya uzanan bir çeşitlilikte insanlar adeta birbirine girmiş! Yok efendim Doğu Avrupa'da kadınlar Batı Avrupa'ya göre daha iyi durumdaymış da, yok efendim o ne demekmiş Sırbistan'ın Batı'dan öğreneceği çok şey varmış da, yok efendim Kadınlar Günü'nü Avrupalılar getirmiş de, hayır öyle değilmiş Latin Amerikalılar da bu sürece dahilmiş de vs vs uzayıp giden saçmalıklar. Favorim ise Doğu Avrupa'nın üstün kadın haklarını anlatmak için işi "God bless Europe B!"ye kadar (bu sıralamada Türkiye Europe Z olur herhalde) getiren arkadaş. Gözlerinden öpüyorum. Sonunda Tüm Avrupa çapında bir kadın hakları değerlendirmesiyle açık oturumu (!) noktalayan aynı zamanda ileti sahibi arkadaşla da arkadaşlığımı bir daha gözden geçireceğim sanırım. Tabii işin en şahane yanının da yorumların hiçbirinde Kadınlar Günü'nün esas çıkış noktası olan Amerika'dan ya da kabul edildiği 2. Enternasyonel'den (ki Osmanlı bile varmış aralarında) bahseden olmaması. Gözlerinizden öper, açık oturumlarınızdan önce hiç değilse bir doz Wikipedia öneririm. Sevgiler...
Tam bunları okuyup yahavle çekerken benzer bir çalışma (!) da Berlin'de beraber ödev yapmak suretiyle tanıştığım ve az buçuk muhabbetim olan ender Almanlardan birinden geldi: "CDU/CSU/FDP Japonya'da olanları görsün atom enerjisinin risklerinin farkına varsın. Şimdi söylesinler bana nükleer santrallerin süresini neden 2030a kadar uzatmak istediklerini". Demokrasiye gel, siyasi partilere Facebook iletilerinden uyarı yolluyoruz artık, hatta "Merkel akıllı olsun!" bence. Söylememe gerek var mı bilmem bunun altındaki yorumlarda da insanlar münazara moduna girmiş. "Biz Japonya mıyız abi bizde deprem ne arar"dan başlayıp alternatif enerji yollarına kadar uzanan bir havada Almanya'nın enerji politikalarını çözmüşler, bitirmişler. Atom enerjisi yanlıları ve karşıtları kapışmışlar. Aferin size diyor bir sevgiler de onlara gönderiyorum...
Bize dönersek birkaç hafta önceki Erbakan-Deniz Gezmiş arasında ittire kaktıra tarihsel bağlantı kurma çabalarını, ve bu çabaların sığlığını, saçmalığını henüz atlatabilmiş değilim.
Sorunlu olan ben miyim? Bu ciddi ciddi tartışmaları Facebook iletilerinden yapmak sadece bana mı inanılmaz sanal ve saçma geliyor? Yoksa yeni dünya böyle bir şey de ben mi geri kaldım? Benim gözümde geyik, eğlence, kafa dağıtmaca, belki az buçuk birbirinden haber almaca aracı olan Facebook'a ve benzerlerine niye bu tarz ciddi işler yükleniyor? Önemli konular mı ayağa düştü, insanlar mı sanallaştı, ben mi yabancılaştım?
Rakı masalarında, dost muhabbetlerinde dünyayı kurtaran neslin çocukları bu işi böyle mi yapacak artık? Öyleyse çok önemli bir sorunumuz var ki söz uçup yazı kalıyor. Sohbetlerdeki şahane saçmalamalar unutulup gidiyor da yazılanlar sanal dünyada kayda geçiyor işte. Bilgi kirliliğinden başka bir şey yaratmıyor. Eskiden ağzı olan konuşurdu, şimdi Facebook'u olan yazıyor ama doğru ama yanlış...
Ya da yanlış olan gerçekten benim belki de. Yanlış zamandayım.
Neyse efem, ben bu tarz "sosyal medya" icatlarına sinir oladurayım, son birkaç gündür Erasmus'ta edindiğim bazı arkadaşların Facebook iletileri ve onlar üzerinden ilerleyen karşılıklı yorumları hayretle izler oldum. Hatta ben Erasmus'ta ne menem arkadaşlar edindim diye de düşünmeye başladım.
Önce 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nde Hollandalı bir arkadaş, "Ben de Hollanda kültürünü ilerici sanırım, bugün ofiste kadınlara çiçek verilince ne oluyor dedim. Meğer Hollandalılar muhafazakarmış, utandım biraz" demiş. Ve altına Erasmus'tan yadigar multikulti havasında Şili'den Sırbistan'a, Slovenya'dan Polonya'ya ve yeniden Hollanda'ya uzanan bir çeşitlilikte insanlar adeta birbirine girmiş! Yok efendim Doğu Avrupa'da kadınlar Batı Avrupa'ya göre daha iyi durumdaymış da, yok efendim o ne demekmiş Sırbistan'ın Batı'dan öğreneceği çok şey varmış da, yok efendim Kadınlar Günü'nü Avrupalılar getirmiş de, hayır öyle değilmiş Latin Amerikalılar da bu sürece dahilmiş de vs vs uzayıp giden saçmalıklar. Favorim ise Doğu Avrupa'nın üstün kadın haklarını anlatmak için işi "God bless Europe B!"ye kadar (bu sıralamada Türkiye Europe Z olur herhalde) getiren arkadaş. Gözlerinden öpüyorum. Sonunda Tüm Avrupa çapında bir kadın hakları değerlendirmesiyle açık oturumu (!) noktalayan aynı zamanda ileti sahibi arkadaşla da arkadaşlığımı bir daha gözden geçireceğim sanırım. Tabii işin en şahane yanının da yorumların hiçbirinde Kadınlar Günü'nün esas çıkış noktası olan Amerika'dan ya da kabul edildiği 2. Enternasyonel'den (ki Osmanlı bile varmış aralarında) bahseden olmaması. Gözlerinizden öper, açık oturumlarınızdan önce hiç değilse bir doz Wikipedia öneririm. Sevgiler...
Tam bunları okuyup yahavle çekerken benzer bir çalışma (!) da Berlin'de beraber ödev yapmak suretiyle tanıştığım ve az buçuk muhabbetim olan ender Almanlardan birinden geldi: "CDU/CSU/FDP Japonya'da olanları görsün atom enerjisinin risklerinin farkına varsın. Şimdi söylesinler bana nükleer santrallerin süresini neden 2030a kadar uzatmak istediklerini". Demokrasiye gel, siyasi partilere Facebook iletilerinden uyarı yolluyoruz artık, hatta "Merkel akıllı olsun!" bence. Söylememe gerek var mı bilmem bunun altındaki yorumlarda da insanlar münazara moduna girmiş. "Biz Japonya mıyız abi bizde deprem ne arar"dan başlayıp alternatif enerji yollarına kadar uzanan bir havada Almanya'nın enerji politikalarını çözmüşler, bitirmişler. Atom enerjisi yanlıları ve karşıtları kapışmışlar. Aferin size diyor bir sevgiler de onlara gönderiyorum...
Bize dönersek birkaç hafta önceki Erbakan-Deniz Gezmiş arasında ittire kaktıra tarihsel bağlantı kurma çabalarını, ve bu çabaların sığlığını, saçmalığını henüz atlatabilmiş değilim.
Sorunlu olan ben miyim? Bu ciddi ciddi tartışmaları Facebook iletilerinden yapmak sadece bana mı inanılmaz sanal ve saçma geliyor? Yoksa yeni dünya böyle bir şey de ben mi geri kaldım? Benim gözümde geyik, eğlence, kafa dağıtmaca, belki az buçuk birbirinden haber almaca aracı olan Facebook'a ve benzerlerine niye bu tarz ciddi işler yükleniyor? Önemli konular mı ayağa düştü, insanlar mı sanallaştı, ben mi yabancılaştım?
Rakı masalarında, dost muhabbetlerinde dünyayı kurtaran neslin çocukları bu işi böyle mi yapacak artık? Öyleyse çok önemli bir sorunumuz var ki söz uçup yazı kalıyor. Sohbetlerdeki şahane saçmalamalar unutulup gidiyor da yazılanlar sanal dünyada kayda geçiyor işte. Bilgi kirliliğinden başka bir şey yaratmıyor. Eskiden ağzı olan konuşurdu, şimdi Facebook'u olan yazıyor ama doğru ama yanlış...
Ya da yanlış olan gerçekten benim belki de. Yanlış zamandayım.
11 Mart 2011 Cuma
hava değişimi
Hep kızgın hep depresif mi yazacağız? Bu aralar içinde olduğum durumlar ona yönlendiriyor belki de, kendi çapımda ufak isyanlar yaşıyorum. Ama arada havayı da dağıtmalı değil mi?
O zaman buyurun size benden iki yarı ciddi (geçiş birdenbire olmuyor sanırım) yarı saçma seçme:
1) Bugün stajda ajansları dolaşırken bir habere rastladım. "Burkina Faso'nun başkenti Ouagadougou'da öğrenci polisle çatıştı" diye başlayıp alışık (!) olduğumuz polis-öğrenci ilişkileriyle devam eden. İtiraf edin cümlenin sonuna gelmeniz epey zor oldu değil mi? Ouag..da kalıyor insan. Atlıyor onu ama aklı takılıyor bir kere dönüp dönüp bakıyor, hiç takıntılı kafalara göre değil. Geçen yıl ortalığı sallayan İzlanda'daki Eyyafyallayöküll Yanardağı geldi aklıma, serbest çağrışım çok yaşa! Henüz Eyyafyallayöküll'ü sindirememişken ileride Ouagadougou'da bir olay molay olur da dünya gündemine düşmez umarım. İsimden kaybetmek böyle bir şey olsa gerek...
2) 10 Şubat 2011. Mısır'da halk isyanına direnmekten nihayet vazgeçen Hüsnü Mübarek istifa etti. Bu ana gelene kadar iki hafta boyunca televizyondan canlı canlı devrim izledik. 11 Mart 2011. Japonya'da 8.9 büyüklüğünde bir deprem ve ardından depremden çok vuran tsunami meydana geldi. Sabahtan beri televizyondan canlı canlı dalgaların, daha doğrusu artık bir çamur yığını haline gelen dalgaların önüne gelen her şeyi nasıl yuttuğunu izliyoruz. Canlı devrim yayını, canlı tsunami yayını. Sırada ne var? Başka neyi canlı canlı izletecek teknoloji bize? Hayır, ilk başta "vay canına" nidalarıyla heyecanla izlesek de düşününce rahatsız da edici oluyor bu durumlar. Sırada ne var sahiden?
O zaman buyurun size benden iki yarı ciddi (geçiş birdenbire olmuyor sanırım) yarı saçma seçme:
1) Bugün stajda ajansları dolaşırken bir habere rastladım. "Burkina Faso'nun başkenti Ouagadougou'da öğrenci polisle çatıştı" diye başlayıp alışık (!) olduğumuz polis-öğrenci ilişkileriyle devam eden. İtiraf edin cümlenin sonuna gelmeniz epey zor oldu değil mi? Ouag..da kalıyor insan. Atlıyor onu ama aklı takılıyor bir kere dönüp dönüp bakıyor, hiç takıntılı kafalara göre değil. Geçen yıl ortalığı sallayan İzlanda'daki Eyyafyallayöküll Yanardağı geldi aklıma, serbest çağrışım çok yaşa! Henüz Eyyafyallayöküll'ü sindirememişken ileride Ouagadougou'da bir olay molay olur da dünya gündemine düşmez umarım. İsimden kaybetmek böyle bir şey olsa gerek...
2) 10 Şubat 2011. Mısır'da halk isyanına direnmekten nihayet vazgeçen Hüsnü Mübarek istifa etti. Bu ana gelene kadar iki hafta boyunca televizyondan canlı canlı devrim izledik. 11 Mart 2011. Japonya'da 8.9 büyüklüğünde bir deprem ve ardından depremden çok vuran tsunami meydana geldi. Sabahtan beri televizyondan canlı canlı dalgaların, daha doğrusu artık bir çamur yığını haline gelen dalgaların önüne gelen her şeyi nasıl yuttuğunu izliyoruz. Canlı devrim yayını, canlı tsunami yayını. Sırada ne var? Başka neyi canlı canlı izletecek teknoloji bize? Hayır, ilk başta "vay canına" nidalarıyla heyecanla izlesek de düşününce rahatsız da edici oluyor bu durumlar. Sırada ne var sahiden?
6 Mart 2011 Pazar
haberler...
Sevmiştim seni. Kıyıdan köşeden, ya da bazen tam ortadan üstüne yapışan çamura rağmen bir duruşun var diye sevmiştim. Hayal de kurmuştum evet...
Meğer hakikaten de hayalmiş hepsi. Fazla idealistmiş, neredeyse gerçek dışıymış. Bir buçuk aydır sende gördüklerime bir bakıyorum da, senin görmezden geldiklerinle başıma ağrılar giriyor. Sağduyulu bir ses değilsin sen aslında, üç maymunsun çünkü.
Meğer sorun içine sızmış birkaç "korkunç insan" değilmiş. Sen sorunun kendisi haline gelmişsin. Siparişle haber yapan siparişle susan bir sistem yaratmışsın. Ben yaratmadım deme sakın. Elinde fırsatın varken bu sistemin yaratılmasına, sonrasında da işlemesine karşı çıkmamışsın iste, çıkmıyorsun. Perde arkasında, lafta her şeyden şikayettesin ama kameranın gösterdiği, elinin yazdığı tam da şikayet ettiğin şey.
Geçen gün eylemdeydik seninle değil mi? Ne oldu peki o eylemde? "İnanamıyorum, normalde birbirnin yüzüne bakmayacak insanlar birleşti, tek ses oldu, haksızlığa tepkisini koydu, beraber yürüdü" diyorsun hep bir ağızdan. Şaka mısın? O günü ne kadar gösterdin sen başkalarına? Başkalarına, sana ket vuranları gösterip kendi kendine yürüdün haydi itiraf edelim. Kendi protestonu bile hakkıyla yayınlayamadın değil mi?
Sevdiğim, beğenerek izlediğim bir abim "Ne biçim bir topraklar ki her dönem kendi zalimlerini üretiyor, her kesim zalim üretiyor" demişti geçen günlerde. Ne kadar doğru. Ama o zalimler üretilirken ne yapıldı ki?
Görmedin, duymadın, yazmadın. Şimdi ağzını kapatıyorsun ya tepki diye. Fazla söylenecek şey yok zaten dert etme. Durumun böyle olmasında suçlulardan biri de sensin. Bu kayıtsızlığın şok ediyor insanı önce, sonra sinir ediyor. Mide bulandırıyor sonunda da... Sen kendine umutlar üretiyorsun ama bende sana dair umut yok. Bu saçma sistemin ve onun içindeki sidik yarışlarınla adam olmazsın sen. Kaygılanıp sıra kimde deme boşuna. Bu kayıtsızlıkla sana bir şey olmaz. Kayda değer iş yapanlar birer birer gitmeye başladı zaten, kaygılanması gereken onlar. Boş laf üretiyorsan dinlerler seni, bakarlar. Tıpkı senin onlara baktığın gibi bakarlar. Karşılıklı bakışırsınız uzaktan.
"Bıçak kemiğe dayandı artık susamayız" diyorsun. Bıçak yaklaşırken neredeydim demiyorsun. Değil mi ki bu insanlar sadece gördüklerine inanıyor, sen onlara göstermediklerin kadar suçlusun. Hayal kırıklığısın...
Meğer hakikaten de hayalmiş hepsi. Fazla idealistmiş, neredeyse gerçek dışıymış. Bir buçuk aydır sende gördüklerime bir bakıyorum da, senin görmezden geldiklerinle başıma ağrılar giriyor. Sağduyulu bir ses değilsin sen aslında, üç maymunsun çünkü.
Meğer sorun içine sızmış birkaç "korkunç insan" değilmiş. Sen sorunun kendisi haline gelmişsin. Siparişle haber yapan siparişle susan bir sistem yaratmışsın. Ben yaratmadım deme sakın. Elinde fırsatın varken bu sistemin yaratılmasına, sonrasında da işlemesine karşı çıkmamışsın iste, çıkmıyorsun. Perde arkasında, lafta her şeyden şikayettesin ama kameranın gösterdiği, elinin yazdığı tam da şikayet ettiğin şey.
Geçen gün eylemdeydik seninle değil mi? Ne oldu peki o eylemde? "İnanamıyorum, normalde birbirnin yüzüne bakmayacak insanlar birleşti, tek ses oldu, haksızlığa tepkisini koydu, beraber yürüdü" diyorsun hep bir ağızdan. Şaka mısın? O günü ne kadar gösterdin sen başkalarına? Başkalarına, sana ket vuranları gösterip kendi kendine yürüdün haydi itiraf edelim. Kendi protestonu bile hakkıyla yayınlayamadın değil mi?
Sevdiğim, beğenerek izlediğim bir abim "Ne biçim bir topraklar ki her dönem kendi zalimlerini üretiyor, her kesim zalim üretiyor" demişti geçen günlerde. Ne kadar doğru. Ama o zalimler üretilirken ne yapıldı ki?
Görmedin, duymadın, yazmadın. Şimdi ağzını kapatıyorsun ya tepki diye. Fazla söylenecek şey yok zaten dert etme. Durumun böyle olmasında suçlulardan biri de sensin. Bu kayıtsızlığın şok ediyor insanı önce, sonra sinir ediyor. Mide bulandırıyor sonunda da... Sen kendine umutlar üretiyorsun ama bende sana dair umut yok. Bu saçma sistemin ve onun içindeki sidik yarışlarınla adam olmazsın sen. Kaygılanıp sıra kimde deme boşuna. Bu kayıtsızlıkla sana bir şey olmaz. Kayda değer iş yapanlar birer birer gitmeye başladı zaten, kaygılanması gereken onlar. Boş laf üretiyorsan dinlerler seni, bakarlar. Tıpkı senin onlara baktığın gibi bakarlar. Karşılıklı bakışırsınız uzaktan.
"Bıçak kemiğe dayandı artık susamayız" diyorsun. Bıçak yaklaşırken neredeydim demiyorsun. Değil mi ki bu insanlar sadece gördüklerine inanıyor, sen onlara göstermediklerin kadar suçlusun. Hayal kırıklığısın...
3 Mart 2011 Perşembe
sırada ne var?
Bu yazı ofis bilgisayarlarının etinden sütünden faydalanılması suretiyle yazılmaktadır. Çünkü kendi bilgisayarımdan, herhangi bir "sıradan" bilgisayardan bloguma erişemiyorum.Çünkü iki gündür kulağa kötü bir şaka gibi gelen "blogspot'un erişime kapanması"na tanık oluyoruz. Çünkü saçma sapan internet yasalarımız sağolsun pire için yorgan yakmakta hız kesmiyor, sınır tanımıyor.
Efem olayın "gerekçesi" bazı bloglarda digiturk'ün yayın haklarına sahip olduğu maçların şifresiz yayının yapılmasıymış anladığımız kadarıyla. Aferin bravo size peki bundan bana ne? İki gündür "ben yapmadım anne valla o yaptı!" sözleriyle sorumluluğu birbirine atıyor birtakım insanlar ve kurumlar. Durum bu ciddiyetteyken ben de "hepsini koy çuvala salla salla vur duvara" diyebiliyorum.
Örümcek kameraların bozulasıca Digiturk. Masum değilsin. Şikayet başvurusunu bu şekilde yaptığın zaman mevcut düzenlemelere göre sadece senin istediğn blogların değil hepsinin erişiminin engelleneceğini bal gibi biliyordun. Üye kaybetme korkusu sarınca "ben böyle olsun istemedim" demen seni aklamıyor, üzgünüm. Kendi mağduriyetin varsa ben bilemem, ama bunun için başkalarını mağdur etmek, özgürlüklerine el uzatmak hakkını hiçbir düzenlemede arama bulamazsın. Google, masum değilsin. Ortada hizmet verdiğin konuda yapılan bir istismar varsa, araştırmak sana da düşer kuzum. Öyle oturup uzaktan bakmakla olmaz. Sayende bilgiye ulaşabildiğimizi, iletişimimizn arttığını vs iddia etmektesin ama gerektiği zaman sana ulaşamıyoruz nedense. Güzel ülkemin süpersonik internet yasaları ve onların süpersonik uygulayıcıları, evet evet siz de masum değilsiniz. Önünüze her gelen kapatma istemine "tiz elden kapatıla!" demeden önce bir durup biz ne yapıyoruz diye düşünün, şu yasaların abukluğunu bir kavrayın. Yeni dünyayı kavrayın artık biraz. O eski her şeyin kontrolünüz altında olduğu medya yok artık. İnterneti kontrol edemeyceğinizi anlayın, gözünüzü açın.
Şu bahsettiklerimizin hepsi komik ve hiçbiri umrumda değil. Ben sadece canım istediğinde kafama eseni yazdığım blogumu istiyorum. Bıktım artık her yeni kapatılan siteye göre dns ayarı kovalamaktan. Hiçbir işe yaramayan uygulamalarınızdan, at gözlüklü dünyanızdan, sırada ne var diye beklemekten bezdim.
Ben bloguma dokunma diyorum. blogum bana "bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir." diyor. Bozulan sinirler düzelene, dns ayarları yapılana kadar, mecburiyetten kısa bir ara...
Efem olayın "gerekçesi" bazı bloglarda digiturk'ün yayın haklarına sahip olduğu maçların şifresiz yayının yapılmasıymış anladığımız kadarıyla. Aferin bravo size peki bundan bana ne? İki gündür "ben yapmadım anne valla o yaptı!" sözleriyle sorumluluğu birbirine atıyor birtakım insanlar ve kurumlar. Durum bu ciddiyetteyken ben de "hepsini koy çuvala salla salla vur duvara" diyebiliyorum.
Örümcek kameraların bozulasıca Digiturk. Masum değilsin. Şikayet başvurusunu bu şekilde yaptığın zaman mevcut düzenlemelere göre sadece senin istediğn blogların değil hepsinin erişiminin engelleneceğini bal gibi biliyordun. Üye kaybetme korkusu sarınca "ben böyle olsun istemedim" demen seni aklamıyor, üzgünüm. Kendi mağduriyetin varsa ben bilemem, ama bunun için başkalarını mağdur etmek, özgürlüklerine el uzatmak hakkını hiçbir düzenlemede arama bulamazsın. Google, masum değilsin. Ortada hizmet verdiğin konuda yapılan bir istismar varsa, araştırmak sana da düşer kuzum. Öyle oturup uzaktan bakmakla olmaz. Sayende bilgiye ulaşabildiğimizi, iletişimimizn arttığını vs iddia etmektesin ama gerektiği zaman sana ulaşamıyoruz nedense. Güzel ülkemin süpersonik internet yasaları ve onların süpersonik uygulayıcıları, evet evet siz de masum değilsiniz. Önünüze her gelen kapatma istemine "tiz elden kapatıla!" demeden önce bir durup biz ne yapıyoruz diye düşünün, şu yasaların abukluğunu bir kavrayın. Yeni dünyayı kavrayın artık biraz. O eski her şeyin kontrolünüz altında olduğu medya yok artık. İnterneti kontrol edemeyceğinizi anlayın, gözünüzü açın.
Şu bahsettiklerimizin hepsi komik ve hiçbiri umrumda değil. Ben sadece canım istediğinde kafama eseni yazdığım blogumu istiyorum. Bıktım artık her yeni kapatılan siteye göre dns ayarı kovalamaktan. Hiçbir işe yaramayan uygulamalarınızdan, at gözlüklü dünyanızdan, sırada ne var diye beklemekten bezdim.
Ben bloguma dokunma diyorum. blogum bana "bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir." diyor. Bozulan sinirler düzelene, dns ayarları yapılana kadar, mecburiyetten kısa bir ara...
27 Şubat 2011 Pazar
bir deli kuyuya taş atar ve...
Tesadüfler boldur hayatta bu bir gerçek. (Hayır Aşk Tesadüfleri Sever'e bağlanmayacak bu yazı korkmayın) Bahsettiğim tarihteki, siyasetteki tesadüfler. Bazı aylar siyasette (şubat, mart, eylül...), bazı aylar doğum ve ölüm tarihlerinde (ocak, şubat, haziran) tekerrür eder gözle görünür şekilde, adeta bir şeye dikkat çekmek istercesine... Şubat kısalığının intikamını alır, bizimle alay edercesine... Evet tarihlerin çakışmasından kaynaklanan tesadüfler var. Hep olacak ve biz, eğer varsa, hikmetini asla anlayamayacağız. Ama her olay içinde tesadüf aramanın paranoya olduğunun fark edilmemesi tehlikeli, ve bunu görmemiz gerek.
Çıkaralım mı ağzımızdaki baklayı artık? Bugün 27 Şubat. Deniz Gezmiş'in doğum günü. Bugün 27 Şubat 2011, Necmettin Erbakan'ın hayatını kaybettiği gün. Tesadüf. O kadar. Altında başka manalar aranmaması gereken, çünkü altında başka manalar olmayan bir tesadüf. Türk siyasi ve sosyal hayatında öne çıkmış iki insanın doğum ve ölüm günleri çakışmış. Biraz deşsek kimbilir kaç tane örnek çıkarılır buna benzer. Yani durmayı bilmek, abartmamak, zorlamamak lazım.
Tabii bir de uydurmamak lazım! Bilgiye ulaşmanın bir tıklama kadar uzağımızda olduğu bugünlerde, bir delinin kuyuya attığı taşın peşinden gitmemek lazım. Ama popüler tabiriyle "sosyal medya" bundan besleniyor tabii değil mi? Bir delinin kuyuya taş atmasından...
Twitter dünyası dalgalandı bugün bu cümleyle: "27 Şubat 1972 Deniz Gezmiş ve arkadaşları için idam mecliste onaylandı İmza atanlardan biri Erbakan. 27 Şubat 2011 Deniz'lere selam olsun!" Onlarca kez retweet edildi bu cümle. Onlarca insan, durup düşünmeden, düşünüp sorgulamadan paylaştı bu cümleyi. Böyle yapınca çok "cool" mu oldular, "siyasi olaylara da işte böyle hakimim", "çok zekiyim şahane de bağlantı kurarım olaylar arasında" havası mı yarattılar birilerinin gözünde acaba? Benim gözüme ise tam da uçurumdan aşağı atlayan bir koyunun peşinden giden sürü gibi göründüler kendileri...
Onlarca kez paylaşılan bu cümledeki tek doğrunun, bugünün tarihi olduğunu o onlarca kişi görmek istemedi. İki dakika durup da önüne gelen bilginin doğruluğunu kontrol etmeye üşenen bünyeler için gelsin o zaman:
-Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın idam kararları 6 Mart 1972'de TBMM Adalet Komisyonu'nda onaylanarak meclise gönderildi. 10 Mart'ta mecliste görüşüldü ve idam kararları onandı. CHP kararı Anayasa Mahkemesi'ne götürdü, karar usul yönünden bozuldu. 24 Nisan'da tekrar mecliste görüşüldü ve tekrar kabul edildi.
-Necmettin Erbakan 10 Mart'ta da 24 Nisan'da da meclisteki oylamaya katılmadı.
Bu bilgilere ulaşmak için meclis arşivlerine girmek gerekmiyor. Basit bir gazete taraması, ki onu da siz üşengeçler için Google yapıyor zaten, bunları görmek için yetiyor. Ama bugün tarih bilgisi ve araştırma duygusu sıfıın altında bir insanın kurduğu bir cümle, pek çok kişi tarafından hiç şüphe edilmeden paylaşılıyor. Bir deli kuyuya taş atıyor, onlarcası çıkarmaya bile çalışmıyor. Bir koyun kendini uçurumdan atıyor, sürü peşinden gidiyor...
Siz, internette her okuduğuna körü körüne inananlar... Hepinizden utanıyorum!
Ve siz, internette her okuduğunu doğru sanıp bunu "haber" sitelerine koyanlar... Hepinizden tiksiniyorum!
Çıkaralım mı ağzımızdaki baklayı artık? Bugün 27 Şubat. Deniz Gezmiş'in doğum günü. Bugün 27 Şubat 2011, Necmettin Erbakan'ın hayatını kaybettiği gün. Tesadüf. O kadar. Altında başka manalar aranmaması gereken, çünkü altında başka manalar olmayan bir tesadüf. Türk siyasi ve sosyal hayatında öne çıkmış iki insanın doğum ve ölüm günleri çakışmış. Biraz deşsek kimbilir kaç tane örnek çıkarılır buna benzer. Yani durmayı bilmek, abartmamak, zorlamamak lazım.
Tabii bir de uydurmamak lazım! Bilgiye ulaşmanın bir tıklama kadar uzağımızda olduğu bugünlerde, bir delinin kuyuya attığı taşın peşinden gitmemek lazım. Ama popüler tabiriyle "sosyal medya" bundan besleniyor tabii değil mi? Bir delinin kuyuya taş atmasından...
Twitter dünyası dalgalandı bugün bu cümleyle: "27 Şubat 1972 Deniz Gezmiş ve arkadaşları için idam mecliste onaylandı İmza atanlardan biri Erbakan. 27 Şubat 2011 Deniz'lere selam olsun!" Onlarca kez retweet edildi bu cümle. Onlarca insan, durup düşünmeden, düşünüp sorgulamadan paylaştı bu cümleyi. Böyle yapınca çok "cool" mu oldular, "siyasi olaylara da işte böyle hakimim", "çok zekiyim şahane de bağlantı kurarım olaylar arasında" havası mı yarattılar birilerinin gözünde acaba? Benim gözüme ise tam da uçurumdan aşağı atlayan bir koyunun peşinden giden sürü gibi göründüler kendileri...
Onlarca kez paylaşılan bu cümledeki tek doğrunun, bugünün tarihi olduğunu o onlarca kişi görmek istemedi. İki dakika durup da önüne gelen bilginin doğruluğunu kontrol etmeye üşenen bünyeler için gelsin o zaman:
-Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın idam kararları 6 Mart 1972'de TBMM Adalet Komisyonu'nda onaylanarak meclise gönderildi. 10 Mart'ta mecliste görüşüldü ve idam kararları onandı. CHP kararı Anayasa Mahkemesi'ne götürdü, karar usul yönünden bozuldu. 24 Nisan'da tekrar mecliste görüşüldü ve tekrar kabul edildi.
-Necmettin Erbakan 10 Mart'ta da 24 Nisan'da da meclisteki oylamaya katılmadı.
Bu bilgilere ulaşmak için meclis arşivlerine girmek gerekmiyor. Basit bir gazete taraması, ki onu da siz üşengeçler için Google yapıyor zaten, bunları görmek için yetiyor. Ama bugün tarih bilgisi ve araştırma duygusu sıfıın altında bir insanın kurduğu bir cümle, pek çok kişi tarafından hiç şüphe edilmeden paylaşılıyor. Bir deli kuyuya taş atıyor, onlarcası çıkarmaya bile çalışmıyor. Bir koyun kendini uçurumdan atıyor, sürü peşinden gidiyor...
Siz, internette her okuduğuna körü körüne inananlar... Hepinizden utanıyorum!
Ve siz, internette her okuduğunu doğru sanıp bunu "haber" sitelerine koyanlar... Hepinizden tiksiniyorum!
20 Şubat 2011 Pazar
ciao rocco
Bazen bazı insanlar giriverir hayatımıza ve girdikleri gibi de çıkarlar bir süre sonra yollar ayrılır. Sık sık kendini göstermeyen, görünmek için bir ses, bir koku, bir görüntü gerektiren ama tahminimizden daha derin olan izler bırakırlar arkalarında. Bilirsiniz ki yollar ayrılmıştır, herkes kendi yoluna gitmiştir, bir yerlerde hayatına devam etmektedir, ara sıra eskileri hatırladığında gülümsemektedir. O kadar.
Yani hep böyle düşünmüştüm ben şimdiye kadar. Gencecik bir insan, hayatıma belli bir zaman zarfında değip geçti, ama tanıdığım haliyle devam ediyor demiştim Rocco için, belli bir zaman ve mekanda tanıdığım insanlar için... Ama öyle olmayabiliyormuş. Genç yaşlı demeden yollar değil dünyalar ayrılıyormuş meğer.
3 gündür durup durup içleniyorum. 6 ay kadar önce kadar gülüp eğlendiğimiz, eğlenceli Erasmus günlerinin bir bölümünü paylaştığımız Rocco. Henüz 25 yaşındaydı... Aralıkta terk eylemiş bu dünyayı bir trafik kazasında... Ve teknoloji uzağı yakın eder hikayelerine saf gibi inanan bizlerin ancak 2 ay sonra haberi olabilmiş. "Nasıl olur", "nasıl ölür"ün yanına bir de "nasıl haberimiz olmaz"ı eklemiş farkında bile olmadan...
3 gündür durup durup hüzünleniyorum evet... Yüksek sesli kahkahaları, elini "bitte bitteeee" diye sallayışları geliyor gözümün önüne. Berlin'deki evimizin sosyal alanı kırmızı masanın etrafındaki eğlenceli anlarımız geliyor... Karneval der Kulturen öncesi bütün itirazlarına rağmen yüzünü boyayışımız geliyor.. Ona mantı yedirişimiz, öğrenci dostu hazır sigara böreklerimize dünyanın en muhteşen yiyeceği muamelesi yapması geliyor... Bir de bize yaptığı o has İtalyan kahveleri...
3 gündür durup durup düğümleniyor boğazım. En son ne zaman görüp ne konuştuğumuzu hatırlamaya çalışıyorum. Okul civarındayıdı, U-Bahn'ın oralarda. O İtalyan aksanıyla "Ebruu" deyip gülmüştü bana yine. Yaz tatili planından, önce Yunanistan'a sonra İstanbul'a gideceğinden bahsetmişti. "Sen de o tarihte İstanbul'da mısın?" demişti. İstanbuldaydım.. "Haber ver gelince" demiştim. Sonra Facebook'ta gördüm çektiği muhteşem İstanbul fotoğraflarını... Facebook'un bizim yerimize tarihleri anımsaması ne güzelmiş meğer... 1 Eylülmüş, "loved them all actually not just liked" yazmışım, "ebru!!!!! for god's sake I forgot to call you while I was there! So ashamed and sorry :(" demiş... Olur böyle şeyler vs faslını bırakıp İstanbul kedilerinden konuşmuşuz fotoğrafların altına sıkıştırdığımız 1-2 cümlede. Tarih 5 Eylülmüş... Sonmuş...
2-3 ay hayatıma değip gitti Rocco... Ama başta da dediğim gibi hemen görülmeyen, birtakım şeylerin iteklemesiyle ortaya çıkan izler bırakmış bende meğer... Mesela
-Ne zaman çocuk bisikleti görsem, o kendisine 2 boy küçük bisikletine binişini,
-Kahvaltıda zeytin yerken, çok kötü bir fikirmiş gibi yüzünü ekşitişini,
-Çekirdek çitlerken, çitleyemeyişiyle nasıl eğlendiğimizi,
-İtalyan kahvesi görsem, kahvelerini
hatırlayacağım bundan sonra... Belki de daha aklıma gelmeyen bir sürü şey vardır. Kim bilir...
Çok düşündüm bu yazıyı nasıl yazsam, İngilizce olsa da herkes anlasa, Almanca olsa da o günleri mi ansa diye... Vazgeçtim Türkçe yazdım. Nedense gittiğin yerde her dili anlayabildiğine inandım çünkü. Umarım orası neresiyse, o seni şaşkına çeviren İstanbul kedileri kadar huzurlu ve mutlu eder seni.
Ciao Rocco. RIP
Yani hep böyle düşünmüştüm ben şimdiye kadar. Gencecik bir insan, hayatıma belli bir zaman zarfında değip geçti, ama tanıdığım haliyle devam ediyor demiştim Rocco için, belli bir zaman ve mekanda tanıdığım insanlar için... Ama öyle olmayabiliyormuş. Genç yaşlı demeden yollar değil dünyalar ayrılıyormuş meğer.
3 gündür durup durup içleniyorum. 6 ay kadar önce kadar gülüp eğlendiğimiz, eğlenceli Erasmus günlerinin bir bölümünü paylaştığımız Rocco. Henüz 25 yaşındaydı... Aralıkta terk eylemiş bu dünyayı bir trafik kazasında... Ve teknoloji uzağı yakın eder hikayelerine saf gibi inanan bizlerin ancak 2 ay sonra haberi olabilmiş. "Nasıl olur", "nasıl ölür"ün yanına bir de "nasıl haberimiz olmaz"ı eklemiş farkında bile olmadan...
3 gündür durup durup hüzünleniyorum evet... Yüksek sesli kahkahaları, elini "bitte bitteeee" diye sallayışları geliyor gözümün önüne. Berlin'deki evimizin sosyal alanı kırmızı masanın etrafındaki eğlenceli anlarımız geliyor... Karneval der Kulturen öncesi bütün itirazlarına rağmen yüzünü boyayışımız geliyor.. Ona mantı yedirişimiz, öğrenci dostu hazır sigara böreklerimize dünyanın en muhteşen yiyeceği muamelesi yapması geliyor... Bir de bize yaptığı o has İtalyan kahveleri...
3 gündür durup durup düğümleniyor boğazım. En son ne zaman görüp ne konuştuğumuzu hatırlamaya çalışıyorum. Okul civarındayıdı, U-Bahn'ın oralarda. O İtalyan aksanıyla "Ebruu" deyip gülmüştü bana yine. Yaz tatili planından, önce Yunanistan'a sonra İstanbul'a gideceğinden bahsetmişti. "Sen de o tarihte İstanbul'da mısın?" demişti. İstanbuldaydım.. "Haber ver gelince" demiştim. Sonra Facebook'ta gördüm çektiği muhteşem İstanbul fotoğraflarını... Facebook'un bizim yerimize tarihleri anımsaması ne güzelmiş meğer... 1 Eylülmüş, "loved them all actually not just liked" yazmışım, "ebru!!!!! for god's sake I forgot to call you while I was there! So ashamed and sorry :(" demiş... Olur böyle şeyler vs faslını bırakıp İstanbul kedilerinden konuşmuşuz fotoğrafların altına sıkıştırdığımız 1-2 cümlede. Tarih 5 Eylülmüş... Sonmuş...
2-3 ay hayatıma değip gitti Rocco... Ama başta da dediğim gibi hemen görülmeyen, birtakım şeylerin iteklemesiyle ortaya çıkan izler bırakmış bende meğer... Mesela
-Ne zaman çocuk bisikleti görsem, o kendisine 2 boy küçük bisikletine binişini,
-Kahvaltıda zeytin yerken, çok kötü bir fikirmiş gibi yüzünü ekşitişini,
-Çekirdek çitlerken, çitleyemeyişiyle nasıl eğlendiğimizi,
-İtalyan kahvesi görsem, kahvelerini
hatırlayacağım bundan sonra... Belki de daha aklıma gelmeyen bir sürü şey vardır. Kim bilir...
Çok düşündüm bu yazıyı nasıl yazsam, İngilizce olsa da herkes anlasa, Almanca olsa da o günleri mi ansa diye... Vazgeçtim Türkçe yazdım. Nedense gittiğin yerde her dili anlayabildiğine inandım çünkü. Umarım orası neresiyse, o seni şaşkına çeviren İstanbul kedileri kadar huzurlu ve mutlu eder seni.
Ciao Rocco. RIP
11 Şubat 2011 Cuma
neslimiz devrim görüyor!
Şaşkın mıyız gençlik? 80lerin ikinci yarısı ve ötesi hey! Tarihe tanıklık mı ediyoruz nedir?
Şimdi efem biz olayların hard core değil soft, neo, post vs. yaşandığı kuşaktanız malum. Ne kadar iyi ne kadar kötü, ne kadar gerçek ne kadar sanal o konulara bu sefer girmiyorum. Zira gerçeğinden bir devrim yapılmaya çalışılıyor birkaç paralel güneyimizde, felsefe yapmayalım şimdilik.. Sonra yaparız.
En son dünyayı sarsan; tüm dengeleri alt üst, insanları şaşkın, imkansızı mümkün eden olaylar olan Berlin Duvarı'nın ve akabinde Sovyetlerin yıkılışı bizlerin agucuk gugucuk dönemlerine rastlamıştı. O zamandan beri pop tadında yetiştik, en vahim olaylarda bile gözlerimiz bağlandı pembe kuşaklarla, her şeyi hafif ve magazinel gördük. Eylem için meydanlara dökülemedik, ışık yakıp söndürdük de bir arpa boyu yol alamadık. Darbeleri post-modern, muhtıraları e- yaşadık. Kendimiz için yaşamak öğretildi bize... Hepimiz benciliz.
İnsanların ayaklanıp meydanları doldurması, onyıllar gücünde bir otoriteye kafa tutması, direnmesi yılmaması, birbiri için birbirine tutunması bize ütopya gibi öğretildi. Bugün bir yerlerde bu ütopyalar gerçek oluyor belki de. Günlerdir meydanlarda yatıyor insanlar da özgürlüğümüz verilmeden, pek mübarekler gitmeden evimize dönmeyiz diyorlar. Üstelik bu olaylar daha bir ay öncesine kadar hakkında demokrasiye geçişi sağlanabilir mi, demokrasi için eksik bir şey mi var, varsa ne, neden olmuyor, insanlar niye sesini çıkarmıyor, peki nasıl demokrasi gelir, gelir mi, kendiliğinden mi gelir başkaları mı sipariş eder, daha kaç yıl böyle gider gibisinden artı sonsuza uzanan sorular sorular sorduğumuz coğrafyada yaşanıyor. "Demokrasiye geçmesi mümkün mü?" dediğimiz ülkeler biz post-modern pop çocuklara hayatında ilk kez devrim gösteriyor!
Evet bu aralar bir şekilde her şeyde Berlin görüyorum belki ama bu sefer dış kapının mandalı değil serbest çağrışımlarım. Bu son olaylara bakıyorum da Berlin'de 1 Danimarkalı ve 2 Polonyalı'yla tarihi bir ana tanıklık etmek konuşmalarımız geliyor aklıma daha önce de yazdığım... Yine hafızasında post, e- vs. de olsa birtakım tarihi olaylar bulunan bendeniz ve Polonyalılara karşın Danimarkalı kızın "Ben sanırım hiç tarihi önemi olan bir olay yaşamadım" deyişi geliyor. Yaşıyoruz. Televizyondan tanık olduklarımız ileride tarihin bir parçası olacak. Tahrir Meydanı'ndaki halk, Berlin'de her köşede karşımıza çıkan, Berlin Duvarı'nın yıkılışından insan manzaraları fotoğraflarını hatırlatıyor bana. Bir gün onlar da kartpostal üzerinde olacaklar belki, kim bilir...
Şimdi efem biz olayların hard core değil soft, neo, post vs. yaşandığı kuşaktanız malum. Ne kadar iyi ne kadar kötü, ne kadar gerçek ne kadar sanal o konulara bu sefer girmiyorum. Zira gerçeğinden bir devrim yapılmaya çalışılıyor birkaç paralel güneyimizde, felsefe yapmayalım şimdilik.. Sonra yaparız.
En son dünyayı sarsan; tüm dengeleri alt üst, insanları şaşkın, imkansızı mümkün eden olaylar olan Berlin Duvarı'nın ve akabinde Sovyetlerin yıkılışı bizlerin agucuk gugucuk dönemlerine rastlamıştı. O zamandan beri pop tadında yetiştik, en vahim olaylarda bile gözlerimiz bağlandı pembe kuşaklarla, her şeyi hafif ve magazinel gördük. Eylem için meydanlara dökülemedik, ışık yakıp söndürdük de bir arpa boyu yol alamadık. Darbeleri post-modern, muhtıraları e- yaşadık. Kendimiz için yaşamak öğretildi bize... Hepimiz benciliz.
İnsanların ayaklanıp meydanları doldurması, onyıllar gücünde bir otoriteye kafa tutması, direnmesi yılmaması, birbiri için birbirine tutunması bize ütopya gibi öğretildi. Bugün bir yerlerde bu ütopyalar gerçek oluyor belki de. Günlerdir meydanlarda yatıyor insanlar da özgürlüğümüz verilmeden, pek mübarekler gitmeden evimize dönmeyiz diyorlar. Üstelik bu olaylar daha bir ay öncesine kadar hakkında demokrasiye geçişi sağlanabilir mi, demokrasi için eksik bir şey mi var, varsa ne, neden olmuyor, insanlar niye sesini çıkarmıyor, peki nasıl demokrasi gelir, gelir mi, kendiliğinden mi gelir başkaları mı sipariş eder, daha kaç yıl böyle gider gibisinden artı sonsuza uzanan sorular sorular sorduğumuz coğrafyada yaşanıyor. "Demokrasiye geçmesi mümkün mü?" dediğimiz ülkeler biz post-modern pop çocuklara hayatında ilk kez devrim gösteriyor!
Evet bu aralar bir şekilde her şeyde Berlin görüyorum belki ama bu sefer dış kapının mandalı değil serbest çağrışımlarım. Bu son olaylara bakıyorum da Berlin'de 1 Danimarkalı ve 2 Polonyalı'yla tarihi bir ana tanıklık etmek konuşmalarımız geliyor aklıma daha önce de yazdığım... Yine hafızasında post, e- vs. de olsa birtakım tarihi olaylar bulunan bendeniz ve Polonyalılara karşın Danimarkalı kızın "Ben sanırım hiç tarihi önemi olan bir olay yaşamadım" deyişi geliyor. Yaşıyoruz. Televizyondan tanık olduklarımız ileride tarihin bir parçası olacak. Tahrir Meydanı'ndaki halk, Berlin'de her köşede karşımıza çıkan, Berlin Duvarı'nın yıkılışından insan manzaraları fotoğraflarını hatırlatıyor bana. Bir gün onlar da kartpostal üzerinde olacaklar belki, kim bilir...
4 Şubat 2011 Cuma
bağlamalar
Hani çok şey yapar giğbi gözüküp de aslında hiçbir şey yapmadığınız günler vardır ya, hah işte tam da öyle bir dönemdeyim. Baksanız haftanın 6 günü staja gidiyorum ama esasen ne yapıyorsun derseniz uzayıp giden bir "eee" dışında bir cevabım yok pek...
İşte bu boş kafa durumları ilginç bence. Bir yerinden bir şey yakalıyorsunuz sonrası bir deli kuyuya taş atmış misali çıkar çıkarabilirsen. Mesela bugün arabada giderken birisi, bilmem nerede Çelik çıkıyormuş ha-ha-ha dedi, üstüne de radyoda Grup 84'ün o bir yıl kadar her tarafı inleten (evet inlemek...) "Ölürüm Hasretinle"si çaldı, aman ya bu şarkı bile eskimiş peeeh dedik bir hesapladık rahat 6-7 yıl olmuş. Hah, şimdi çok alakasız bu ikisi değil mi? Değil. Boş kafa bunu bağlar, hem beni bilen bilir acımam en olmadık yerlerden itinalyla bağlantı kurarım.
Çelik... Bizim çocukluğumuz... Bu inleten şarkı da birilerinin çocukluğu haline gelmiş biz büyürken fark ettiğim buydu. Bizler beraber ve ayrı ayrı İzel-Çelik-Ercan'ı, Hakan Peker'i ne bileyim Gülşen'in o evrim geçirmeden önceki sevimli kız hallerini gördüğümüzde/duyduğumuzda ne kadar kitsch olursa olsun bebek görmüş insan gibi "aman da aman agucuk gugucuk" tarzı tepkiler veriyoruz hani. İşte sanırım "yeaaarrr elleeeeğriiiiin neeeeğrrdeeeeeee yağ beeni de gööötüüüüür yaaa dağ giiiiitmeeeğğ" diye inleyen şarkıyı duyduğunda da aynı tepkiyi veren bir kesim var artık. Böyle böyle derken epey isim-şarkı bulmuştum bugün hatta 2000lerin çocuklarının agucuk gugucuk nostaljisiyle yaklaşacağı ama uçmuş gitmiş aklımdan nedense. Evet, biz 90ların çocukları için "2000lerin çocukları" kavramıyla tanışma vakti gelmiş. Hatyatına teknoloji sonradan giren, o yüzden nispeten daha şanslı bulduğum devir son üyeleri olarak bizimle kapanmıştı ya üstümüze gıcır gıcır bir teknoloji kuşağı bile gelmiş aklınızda olsun. İlk oyuncağı kurmalı köpekler değil, bilgisayar oyunları olan; "yakışıklı babam gibi aşık oldum anam gibi" yerine "kalbini mi kırdım af edersin" gibisinden şarkı sözleri ezberlemiş; TV başında ilk Susam Sokağı'nı değil Pokemon'u beklemiş ve artık büyümüş bir kitle oluşmuş. Biz ise çoktan büyümüşüz ve kirlenmiş dünya.
Fakat hem 90ların hem 2000lerin çocuklarının ortaklaşa muzdarip olduğu tek konu Serdar Ortaç olmuş sanırım. Kendisi azimle gözünü 2010ların çocuklarına da dikmiş bulunmakta, nesiller heba olmakta. Vur kadehlere hadi içelim.
İşte bu boş kafa durumları ilginç bence. Bir yerinden bir şey yakalıyorsunuz sonrası bir deli kuyuya taş atmış misali çıkar çıkarabilirsen. Mesela bugün arabada giderken birisi, bilmem nerede Çelik çıkıyormuş ha-ha-ha dedi, üstüne de radyoda Grup 84'ün o bir yıl kadar her tarafı inleten (evet inlemek...) "Ölürüm Hasretinle"si çaldı, aman ya bu şarkı bile eskimiş peeeh dedik bir hesapladık rahat 6-7 yıl olmuş. Hah, şimdi çok alakasız bu ikisi değil mi? Değil. Boş kafa bunu bağlar, hem beni bilen bilir acımam en olmadık yerlerden itinalyla bağlantı kurarım.
Çelik... Bizim çocukluğumuz... Bu inleten şarkı da birilerinin çocukluğu haline gelmiş biz büyürken fark ettiğim buydu. Bizler beraber ve ayrı ayrı İzel-Çelik-Ercan'ı, Hakan Peker'i ne bileyim Gülşen'in o evrim geçirmeden önceki sevimli kız hallerini gördüğümüzde/duyduğumuzda ne kadar kitsch olursa olsun bebek görmüş insan gibi "aman da aman agucuk gugucuk" tarzı tepkiler veriyoruz hani. İşte sanırım "yeaaarrr elleeeeğriiiiin neeeeğrrdeeeeeee yağ beeni de gööötüüüüür yaaa dağ giiiiitmeeeğğ" diye inleyen şarkıyı duyduğunda da aynı tepkiyi veren bir kesim var artık. Böyle böyle derken epey isim-şarkı bulmuştum bugün hatta 2000lerin çocuklarının agucuk gugucuk nostaljisiyle yaklaşacağı ama uçmuş gitmiş aklımdan nedense. Evet, biz 90ların çocukları için "2000lerin çocukları" kavramıyla tanışma vakti gelmiş. Hatyatına teknoloji sonradan giren, o yüzden nispeten daha şanslı bulduğum devir son üyeleri olarak bizimle kapanmıştı ya üstümüze gıcır gıcır bir teknoloji kuşağı bile gelmiş aklınızda olsun. İlk oyuncağı kurmalı köpekler değil, bilgisayar oyunları olan; "yakışıklı babam gibi aşık oldum anam gibi" yerine "kalbini mi kırdım af edersin" gibisinden şarkı sözleri ezberlemiş; TV başında ilk Susam Sokağı'nı değil Pokemon'u beklemiş ve artık büyümüş bir kitle oluşmuş. Biz ise çoktan büyümüşüz ve kirlenmiş dünya.
Fakat hem 90ların hem 2000lerin çocuklarının ortaklaşa muzdarip olduğu tek konu Serdar Ortaç olmuş sanırım. Kendisi azimle gözünü 2010ların çocuklarına da dikmiş bulunmakta, nesiller heba olmakta. Vur kadehlere hadi içelim.
31 Ocak 2011 Pazartesi
çocuklardık...
Dün taa ilkokuldan bir arkadaşım, hatta belki de ilkokuldaki ilk arkadaşım, 1. sınıfın sonundaki doğum günümüzden resimler koymuş Facebook'a. Baktık baktık baktık... Ne desek bilemedik... Ne kadar "içi dolu fıçıcıklar" olduğumuza inanamadık. O günlerin üstünden 15 yıldan fazla bir zaman geçtiğine hayret ettik. Bakakaldık, dilimiz tutuldu vs.
Arada dönmek lazımmış demek o günlere. O günlere olmasa bile o resimlere... Hele de bugün hafiften pazartesi sendromlu bir staj başlangıcı ile birleşince hepsi, o resimler iyice oturdu içime. Bitse de gitsek diyen ben birden bitmesin gitmeyelim hep burada böyle kalalım demeye başladım. Çünkü şarkılar doğru söyler:
"Çocuklardık, parlak yıldızlardık o zaman, ay büyülüydü yakamoz deniz, ardından koştuğumuz sonbaharlar..."
"Ah çocukluğum camdan duvarlarım, portakal çiçeği kokulu heyecanlarım, kuştüyülü düşlerim umutlarım..."
Ve hangi güne gelmiş bak bu karman çorman duygular... El salla el salla...
Arada dönmek lazımmış demek o günlere. O günlere olmasa bile o resimlere... Hele de bugün hafiften pazartesi sendromlu bir staj başlangıcı ile birleşince hepsi, o resimler iyice oturdu içime. Bitse de gitsek diyen ben birden bitmesin gitmeyelim hep burada böyle kalalım demeye başladım. Çünkü şarkılar doğru söyler:
"Çocuklardık, parlak yıldızlardık o zaman, ay büyülüydü yakamoz deniz, ardından koştuğumuz sonbaharlar..."
"Ah çocukluğum camdan duvarlarım, portakal çiçeği kokulu heyecanlarım, kuştüyülü düşlerim umutlarım..."
Ve hangi güne gelmiş bak bu karman çorman duygular... El salla el salla...
30 Ocak 2011 Pazar
düşünen mezunlar
Yaklaşan mezuniyetin bunalımı gündemimizden düşmezken geçen gün misafir ağırlama-eski fotoğrafları karıştırma merasiminde babamın mezuniyet sonrası fotoğrafına rastladık. Her jenerasyonun derdi tasası birmiş meğer. Ya da bir arpa yol alamamışız belki o da ihtimal dahilinde.
Neyse efem. Yıl 1970. Babam ve 4 arkadaşı, dönemin rock gruplarının rüzgarına kapılıp, en havalı (!) pozlarını verip Şekil A'da görünen fotoğrafı çektirir. Ve arkasına not düşerler: "Düşünen Mezunlar"
Bazı şeyler hiç değişmiyor galiba. O zaman steplerde bu tarz bir düşünen mezunlar grubu fotoğrafı çektirmezsem gözüm açık giderim Boğaziçi semalarından, haberiniz olsun ilgililer üstüne alınsın!
Neyse efem. Yıl 1970. Babam ve 4 arkadaşı, dönemin rock gruplarının rüzgarına kapılıp, en havalı (!) pozlarını verip Şekil A'da görünen fotoğrafı çektirir. Ve arkasına not düşerler: "Düşünen Mezunlar"
Bazı şeyler hiç değişmiyor galiba. O zaman steplerde bu tarz bir düşünen mezunlar grubu fotoğrafı çektirmezsem gözüm açık giderim Boğaziçi semalarından, haberiniz olsun ilgililer üstüne alınsın!
24 Ocak 2011 Pazartesi
deney
Bu final sonrası dönemlerde, hele de "mutlu son"a hemen hemen 6 ayımızın kaldığı şu günlerde finallerin ertesi boşluk anında sosyolojik-psikolojik deneyde gibi hissediyorum kendimi. Tuhaf mı? Bence değil...
Kendime bakıp görüyorum ben şu anki ruh halimde, insan önemli değişikliklere doğru giderken;
-her şeyi sermek, kendini yaymak istermiş,
-her şeyi manasızca ertelemeye çalışırmış,
-insanlardan kaçıp duvarlar öresi gelirmiş,
-sonra da ördğü duvarları kırmaktan korkarmış.
Ama en çok da gelen değişimden korkarmış insan.
Kendime bakıp görüyorum ben şu anki ruh halimde, insan önemli değişikliklere doğru giderken;
-her şeyi sermek, kendini yaymak istermiş,
-her şeyi manasızca ertelemeye çalışırmış,
-insanlardan kaçıp duvarlar öresi gelirmiş,
-sonra da ördğü duvarları kırmaktan korkarmış.
Ama en çok da gelen değişimden korkarmış insan.
4 Ocak 2011 Salı
izdivaç
Peşpeşe evlilik, nişan vs haberleri duyup şaşı bak şaşır olduğumuz, izdivaç mevzuunun gündemimizde gittikçe daha geniş yer kapladığı (!) şu zamanlarda annem olaya çok farklı bir yönden yaklaşmayı tercih etti dün.
Yeni 2-3 tane izdivaç programının başlayacağını öğrenmenin hışmıyla odama gelip "Bak bu kadarı yetmemiş x,y ve z de izdivaç programı yapacaklarmış. Vallahi bilemiyorum biz nerede hata yaptık, senin burada yok siyaset yok orta doğu diye sabah 4lere kadar niye gözlerin çıkıyor anlamıyorum ben artık zaten! cık cık cık yazık size!!" dedikten sonra kafasını sallaya sallaya televizyonun başına geri döndü ve arkasında "?!!!" ifadeli bir ben bıraktı.
Sokakta top peşinde koşan oğlunu zorla eve sokup ders çalıştıran, oğlu mühendis olduktan sonra da futbolculara bakıp başını duvarlara vuran ailelerin kız çocukları için aradıkları model bulunmuştur. Erkek topçu-popçu, kız izdivaççı olmasın diye itinayla uğraşılmalıdır, toplu duvara kafa vurma ayini için gelecekten bir gün seçip size haber vereceğim...
Yeni 2-3 tane izdivaç programının başlayacağını öğrenmenin hışmıyla odama gelip "Bak bu kadarı yetmemiş x,y ve z de izdivaç programı yapacaklarmış. Vallahi bilemiyorum biz nerede hata yaptık, senin burada yok siyaset yok orta doğu diye sabah 4lere kadar niye gözlerin çıkıyor anlamıyorum ben artık zaten! cık cık cık yazık size!!" dedikten sonra kafasını sallaya sallaya televizyonun başına geri döndü ve arkasında "?!!!" ifadeli bir ben bıraktı.
Sokakta top peşinde koşan oğlunu zorla eve sokup ders çalıştıran, oğlu mühendis olduktan sonra da futbolculara bakıp başını duvarlara vuran ailelerin kız çocukları için aradıkları model bulunmuştur. Erkek topçu-popçu, kız izdivaççı olmasın diye itinayla uğraşılmalıdır, toplu duvara kafa vurma ayini için gelecekten bir gün seçip size haber vereceğim...
3 Ocak 2011 Pazartesi
2010 izlenimleri - 2
Arkası yarın dedikten sonra yarını baya ertelemiş oldum, ama 2010'un hatırı kalmasın bende, yazısını da bitirelim tam olsun.
Ne demiştik, 2010 büyümek olduğu kadar yaşlanmaktı da aynı zamanda. İkinci yarısı hastanelerde, yoğun bakımlarda tekrar hastanelerde ilaçlardı solunumdu, beslenmeydi, yaraydı diyerek geçti. Yaşlanmak nasıl olur çat diye çarptı yüzüme, anneanneciğimin "benim yaşıma gelin anlarsınız" sözünden ne kastettiğini gösterdi bize. Şahsen fazla uzun yaşamak istediğimi sanmıyorum artık, bizim neslin şimdiden ne kadar çürük olduğuna bakarsak ne 90ına gelmiş benimkinden dinç bünyeye sahiplerden olabilirim ne de hastalansam da anneannem gibi dirençli çıkabilirim büyük olasılıkla. Tıp ilerledi masallarını duymak istemiyorum yoğun bakımda tanıştığımız o borularla makinalarla dolu hayatları da istemiyorum. 2010'un bana öğrettiklerinden biri de şu dünyada yeterince yaşayıp demir almak günü gelince zamandan tık diye gitmenin nasıl muhteşem bir şey olduğu sanırım. Normal uzunlukta, mutluluğu bol hayatlar diliyorum herkese...
Neyse efem. Mecazi yaşlanmamıza gelince... Ruhumuz da yaşlandı 2010'un ikinci yarısında kısmen hastalıklar, kısmen suyumuzu çıkaran dersler kısmen de 6 ay kaldı ne olacak bizden kaygıları yüzünden. Haftada en az 2-3 gece sabahladığımız ve hep bir yere yetişmeye çalışıp tam olmayacak derken ucu ucuna yetişmemiz yıprattı hepimizi. Okul bitse de önümüzü görsek havaları boğdu bizleri. Ve bu tempoda, yılbaşı gecesinden önceki 3 gece üst üste sabahlamış biri olarak yeni yıla evde, sakin, çekirdek aile modunda ve saat 21:30 itibariyle salondaki kanepenin üzerinde kedi moduna geçmek suretiyle televizyon karşısında girdim, ayıp olmasın diye 12'yi edip 1-1:30 gibi yattım uyudum, çok mesudum! Demek ki, uyku biraz uyku bütün istediğim buydu sözleri doğruymuş. Kimse yaşlılık falan demesin içimdeki kediyi keşfettim, hayatı yemek ve uykuya bağladım 3 gündür huzura erdim! Eh hadi bakalım yeni yıldan ilk isteğimi daha ilk saatlerinde aldığıma göre daha büyük isteklerimiz için 2011'e umutla bakabiliriz, iş var bu yılda anladım ben:)
Not: Yalnız televizyon programları çok tırttı bu sene efem olmuyor olmuyor. Paranıza yazık bir film koysanız vallahi daha makbule geçerdi. Yine de yılbaşı gecesine damgasını vuran tv insanı olarak bir yeni yıl klişesi "yeni yılın ilk bebekleri silsilesi"ne farklı bir bakış açısı getiren ve yeni yılın ilk bebeğinin babasına "Bundan önceki çocuğunuz da mı o yılın ilk bebeğiydi?" diye soran muhabiri seçtim. İlk bebeği yakalamak için hastanede bekleme azmi bir tarafa bu soruyu düşünen kafayı kutlar ne içtiyse aynısından isterim! :P
Ne demiştik, 2010 büyümek olduğu kadar yaşlanmaktı da aynı zamanda. İkinci yarısı hastanelerde, yoğun bakımlarda tekrar hastanelerde ilaçlardı solunumdu, beslenmeydi, yaraydı diyerek geçti. Yaşlanmak nasıl olur çat diye çarptı yüzüme, anneanneciğimin "benim yaşıma gelin anlarsınız" sözünden ne kastettiğini gösterdi bize. Şahsen fazla uzun yaşamak istediğimi sanmıyorum artık, bizim neslin şimdiden ne kadar çürük olduğuna bakarsak ne 90ına gelmiş benimkinden dinç bünyeye sahiplerden olabilirim ne de hastalansam da anneannem gibi dirençli çıkabilirim büyük olasılıkla. Tıp ilerledi masallarını duymak istemiyorum yoğun bakımda tanıştığımız o borularla makinalarla dolu hayatları da istemiyorum. 2010'un bana öğrettiklerinden biri de şu dünyada yeterince yaşayıp demir almak günü gelince zamandan tık diye gitmenin nasıl muhteşem bir şey olduğu sanırım. Normal uzunlukta, mutluluğu bol hayatlar diliyorum herkese...
Neyse efem. Mecazi yaşlanmamıza gelince... Ruhumuz da yaşlandı 2010'un ikinci yarısında kısmen hastalıklar, kısmen suyumuzu çıkaran dersler kısmen de 6 ay kaldı ne olacak bizden kaygıları yüzünden. Haftada en az 2-3 gece sabahladığımız ve hep bir yere yetişmeye çalışıp tam olmayacak derken ucu ucuna yetişmemiz yıprattı hepimizi. Okul bitse de önümüzü görsek havaları boğdu bizleri. Ve bu tempoda, yılbaşı gecesinden önceki 3 gece üst üste sabahlamış biri olarak yeni yıla evde, sakin, çekirdek aile modunda ve saat 21:30 itibariyle salondaki kanepenin üzerinde kedi moduna geçmek suretiyle televizyon karşısında girdim, ayıp olmasın diye 12'yi edip 1-1:30 gibi yattım uyudum, çok mesudum! Demek ki, uyku biraz uyku bütün istediğim buydu sözleri doğruymuş. Kimse yaşlılık falan demesin içimdeki kediyi keşfettim, hayatı yemek ve uykuya bağladım 3 gündür huzura erdim! Eh hadi bakalım yeni yıldan ilk isteğimi daha ilk saatlerinde aldığıma göre daha büyük isteklerimiz için 2011'e umutla bakabiliriz, iş var bu yılda anladım ben:)
Not: Yalnız televizyon programları çok tırttı bu sene efem olmuyor olmuyor. Paranıza yazık bir film koysanız vallahi daha makbule geçerdi. Yine de yılbaşı gecesine damgasını vuran tv insanı olarak bir yeni yıl klişesi "yeni yılın ilk bebekleri silsilesi"ne farklı bir bakış açısı getiren ve yeni yılın ilk bebeğinin babasına "Bundan önceki çocuğunuz da mı o yılın ilk bebeğiydi?" diye soran muhabiri seçtim. İlk bebeği yakalamak için hastanede bekleme azmi bir tarafa bu soruyu düşünen kafayı kutlar ne içtiyse aynısından isterim! :P
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)