31 Mart 2010 Çarşamba

her an gitmeler üzerine..

Her duruma şarkı ya da şiir uydurmak geliyor bazen içimden, bugün o kadar da zor olmadı bu. Gitmeler üzerine çok fazla şarkı var şüphesiz ama bunu seçtim, sözler buruk olsa da durgun ve ağlak bir şarkı olmadığı için.

Oldukça da uyuyor sözler yalan değil. Geri sayımı yaptık, artık sayacak günümüz kalmadı. Sabaha karşı gidiyorum gerçekten, içim buruk, içim bir garip, bir tuhaf. Yeni yeni idrak ediyorum bazı şeyleri, "Geç olmadı mı?" denebilir, "ruhsuz" da denebilir bana belki de. Ama hem hüzün hem heyecan var şimdi bende, anlayamıyorum, tarif de edmeyerek saçmalıyorum biraz sanırım:)

Herkesi bıraktığım gibi bulayım istiyorum, herkes üsütne alınsın iyi baksın kendine. İstanbulum'a da iyi bakın. Ha İstanbul demişken... Bu yazının duygusal olmasına niyetlenmiş olsam da söylemeden geçemiyorum, ah be İstanbulum aylardır metron sinyalizasyon cart curt dedi içimize attık ama Allah aşkına bana söyler misin "Next station four Levent" nedir?! Neyse duygusallığıma geri dönüyorum, İstanbul'da baharın da keyfini çıkarın benim için lütfen zira Ebru ajansa gelen haberlere göre Berlin donmakta efem.

Neyse bana şans dileyin yarın bavul-sırt çantası-laptop üçlüsüyle havaalanından yurda sağ salim ulaşabileyim. Sonrasını sonra düşüneceğiz bakalım. Yarın yeni bir gün, yeni bir ay ve yeni bir şehir...


Sabaha karşı gıcırdadı karavan
Aynı melodi döküldü ıslığımdan

Gece tükenmişti şehrin son içimi
Sabaha karşı çağrı geldi yollardan

Başka güneş başka deniz
-tuzu başkaydı suyun
Martının kanadından damlayan
Sabaha karşı yollara karşı
-bir yalnızlık şarkısı
Aynı melodi döküldü ıslığımdan

Yoldaydı artık gidiyordu karavan
Yol ki insanın içine uzayan

Gece tükenmişti şehrin son içimi
Sabaha karşı Badem geldi yollardan

Başka güneş başka deniz
-tuzu başkaydı suyun
Martının kanadından damlayan
Sabaha karşı yollara karşı
-bir yalnızlık şarkısı
Aynı melodi döküldü ıslığımdan
*Badem

not: şarkının klibi yok, sözleri koyuyorum sadece ama dinleyin dinletin güzeldir... Ayrıca belirtmeliyim ki annem şu an yan odada Yaprak Dökümü seansı yapıyor ve içim sadece müziğiyle bile kıyım kıyım kıyıldı.. Eserinle gurur duy kanal d ne diyeyim!!

30 Mart 2010 Salı

bavul hazırlamanın dayanılmaz ağırlığı

Bir son dakika insanı olarak "bavulumu rahat rahat gitmeme 2 gün kala hazırlarım, son günümde de eksik gedik var mı ona bakarım oh mis" şeklinde planlar yapmışken, bu güzel planlarım aile engeline takıldı.

Babamın yaklaşık 10 gündür ne zaman bavul hazırlama lafı geçse (10 gün önce bavul mu düşünülürmüş ya!) benim kendi bavuluma "aslında sığabileceğim" yönündeki polyanna inancını, hevesini kırmamak için bozmadım. Daha doğrusu ilk duyduğumda "Şaka mı? Mümkün değil!" der gibi oldum ama nasıl taşıyacaksın da o kocaman bavul da sen sığdıramazsan ben yerleştiririm eşyalarını da (sanki onlar yerleştirince bavul büyüyor!)vs vs minvalinde yemediğim zılgıt kalmadı. Ben de Ebru'dan acımasız gerçekleri bugüne saklamıştım. Tabii ki bugün benim güdük bavulum ortaya çıkınca onlar da denemeye bile gerek görmeden o bavula en az 4.5 ayın eşyalarının sığmasını beklemenin mantıksız olduğunu kabullendiler çok şükür. Ben 1 hafta/10 gün bir yere giderken zor sığıyordum ona yahu!

Neyse onların bavuluna el koymaya annemle babamı ikna ettikten sonra bu kez vakum derdi başladı. Şöyle ki zaten mevsimin abukluğundan dolayı oraya hem yazlık hem kışlık götürmek zorundayım. Biz de giysileri vakumlayıp koyalım bavula, yer kazanalım diye düşünmüştük. Benim "giysilerden" kastım bildiğiniz giyecek namına ne varsa hepsiydi efem ama annem sadece montlarımı ve kazakları vakumlamayı düşünmüş. Neyse ki giysilerin miktarını görünce o da acımasız gerçekleri fark etti. Şimdi odamdaki 3 dağ giysi yığını vakumlanmayı bekliyor.

Bu arada az önce bu 3 adet dağ ile tanışan babam bir kez daha kadınlar ve erkeklerin farkını gözlerimin önüne serdi sağolsun. Hayır bilen bilir öyle hiç üst baş düşkünü biri değilimdir, 3-5 sabit kıyafeti çevirir çevirir giyerim. Ama babamın "Bu kadar şey alma bence mesela iki kazak aynı renkse, benzer renkse birini alma!" demesi beni kilitledi, tepki veremedim resmen. Bir de zaten giysilerimin öyle gökkuşağı kıvamında olmadığı, hepi topu 3-4 renkten oluştuğu konusuna hiç değinmiyorum. Sadece "Ama baba onların giyileceği yer var giyilmeyeceği yer var" dedim ama "Valla bence gereksiz aynı renkten 2 üst" dedi ve mutlu hayatına geri dönüp beni dağlarımla baş başa bıraktı.

Bavul hazırlarken kimseyi bu işe karıştırmayın efem. Kıssadan hisse.

25 Mart 2010 Perşembe

sabrın sonu

Tam da cidden sabrımın sonuna gelmişken, dün sabah nihayet vizem geldi! Üstümden bir dert, bir yük kalktı resmen. Hala "Ee heyecan var mı heyecan?" sorusuna ruhsuz ruhsuz "yoo" desem de haftaya bavul toparlama cinnetlerimde gidiş düşüncesini kabullenirim herhalde. Ya da düşünüyorum da belki de bazı konularda heyecan hissim körelmiştir, yaşlanıyor muyuz acaba? Ama öyle ya da böyle haftaya bu saatlerde Berlin'deyim:)

Vedalaşma seanslarım da başladı, sadece insanlarla değil orada bulunamayacak her şeye bir süreliğine veda halindeyim. Dün mantıyla vedalaştım örneğin, bügün de annem börek yapmış, zaten bu gidişle hamur olup gideceğim oralara... Arkadaşlara veda ilerleyen günlerde...

ps: Havanın gidişatını anlamakta zorlanıyorum. Dün "Boğaziçi için çim vakti" geldiği gibi gitmişti. Bahar...

22 Mart 2010 Pazartesi

okuldan notlar

Bugün iyice farkına vardım ki bünyesi bürokratik işlemleri kaldıramayan bir politika öğrencisiyim, bir kez daha çelişkiler içindeyim. Yine de bütün sevimsiz kağıt işlerini, konsolosluk-bölüm-ofis koşturmalarını ruh sağlığım için bir kenara bırakıp bu koşturmalar arasında aklımda kalan, gözüme takılan güzel detayları yazıyorum şimdi...

1)Bugün ben de kabullendim ki bahar ve baharla birlikte "Boğaziçi için çim vakti" gelmiş. Kabul edesim yoktu pek çünkü biliyorum ki bahar moduna girersem 10 gün sonra çıkması çok zor olacak ama çimler üstünde güneşlenenleri de görmezden gelmek zor. Ne yapalım artık, beni bu güzel havalar mahvetti deriz yine...

2)Baharın gelişiyle papatyalarım da açmış her yerde ama erguvanlar özletti kendini, yetişemeyeceğim bu gidişle onlara...

3)3 dil bilen sahibinin kasada durduğu Konak Köfte'miz kapanmış, Hazal Ana oraya taşınmış ama rivayete göre de el değiştirmiş zira hala esas Hazal Ana'da "tadilat var" yazmakta. Bakalım dönüşte okul çevresi yemek yerlerini ne hale gelmiş bulacağım?

4)3 yıldır hiç kafamı kaldırıp bakma zahmetine katlanmadığım için bugün fark ettim, Güney Kapı'nın yanından aşağı inen sokağın adı Akaygen imiş...

5)ÖSS (ya da ismi ne olduysa) yaklaştı yine okula müze misali lise gezileri başladı. Yaşlanıyor muyuz yoksa bizi lisede hiç böyle boş gezilere götürmezlerdi ondan mı bilmem geziye gelen lise gruplarına genel bir tahammülsüzlük var bende. Bugün de hava o kadar güzel olmasına rağmen öbek öbek liselileri görünce asosyalliğim tuttu kendimi Orta Kantin'e kapadım. Ve huzur doldum. Kapalı ve boş mekanın kerameti değil, kantinde dünyayı sallamaz tavırlarla kaloriferin üstünde yan yatmış, bacaklarını gelişigüzel açmış mışıl mışıl uyuyan kediyi görünce huzur doldum. Kedi uykusundan öte bir huzur ve kedilerin boşvermişliğinden öte bir mutluluk yok:)

20 Mart 2010 Cumartesi

oster

Yine yeni yeniden bir oster günü vardı okulda bugün. Efem artıkın öylesine kanıksamışım ki bu paskalya-schnitzel-pasta-çikolata durumlarını ne yanımda fotoğraf makinesi götürmek gelmiş içimden (Bülent haklı mı acaba yaşlanıyor muyuz?!) ne de paskalya şerefine bir çikolata almak... Schnitzelimi ve sacherimi yedim oturdum ne yalan söyleyeyim. Hem şaka maka -vizem hala olmasa da- çikolata/haribo vatanına gidiyorum bir yerde, işim gücüm kalmadı osterbasar'da tavşan peşinde mi koşacağım??

Yalnız bu oster de olmasa eski arkadaşlarla hiç buluşacağımız yok bir kez daha anladım. Yemekler tatlılar bahane; benim için son üç yıldır osterin önemi eski dostlarımla yeni dostlarımı, eski arkadaşlarla yeni arkadaşları (arkadaş-dost ayrımına başka bir müsait yuvarlak masa muhabbetinde girmeyi tercih ederim) bir araya toplaması. Okul çıkışı Serena'nın atölyesine gidip şarap eşliğinde geyiğin ardından içimizdeki resim aşkını ortaya çıkarmamız ve çocukluğumuza dönüp ellerimizi boya şişelerine daldırarak ortaya çıkardığımız sanat eserleri (!) ise bugünün en hoş anısı olarak aklımda yer etti. Bu sanat aşkımızın dışavurumu olan resimlerden ilkinin renkli ve umutlu, ikincisinin ise depresyonun sözlük anlamını gösterir şekilde olmasının yorumunu ise size bırakıyorum.

Bugün yanımda olan herkesedir sözüm, yanınızda olmak sizinle sohbet etmek güzeldi, seviyorum sizi:)

edit: aniden resim aşkıyla dolan biz:

18 Mart 2010 Perşembe

evler...

Ufaktan veda turlarına başladım artık. Geçen gün bir akrabaya gittik mesela, çocukluğumun başrolündeki evlerden birinde oturan. İlginç ki ben oradayken "gidiyorum" moduna yoğunlaşmak yerine bütün gün oturup evleri düşündüm. Taşınmak istediklerini bildiğimden "acaba döndüğümde hala bu evde olurlar mı?" diye düşündüm. Çocukken bana "koskomacan" gelen ama şimdi baktığımda öyle devasa filan olmadığını gördüğüm ev... 2 yıl önce doğduğumdan beri oturduğumuz evden taşınırken (ki şimdikinin iki sokak yukarısıydı) de takılmıştım bunlara... Teyzem öldükten, evi satıldıktan sonra evin yeni sahibiyle birlikte aldığı bambaşka hali görünce de... Evlerin, duvarların dili olsa klişesine hak veriyorum zaman zaman. Böyle dilsiz dilsiz içindeki fırtınalara ve meltemlere tanık olup, sahibi değişince sil baştan dayanıp döşenip yeni hatıralar biriktiren duvarlar... Tuhaf değil mi düşünmesi? Evet kabul de ediyorum fazla melankolik. Sanırım boşluktan olsa gerek böyle önemsiz, ıvır zıvır şeyleri döndürüp duruyorum aklımda, öyle işte...

Tüm bu melankolik, nostaljik hallerimin söze dökülmüş hali olan Murathan Mungan'ın bu dizeleri Yeni Türkü'den dinlenmeliydi, bulamadım Youtube'da, Zuhal Olcay versiyonunu koymak da içimden gelmedi, şiir haliyle kalsın daha iyi:)

Taş baskısı bir plakta
Yorgun bir ses cızırdar
Küflü sayfalarında bir albümün
Gülümser o soluk fotoğraflar

Kıvrılırken bir kentin alanına
Tutunur geçmiş yıllarına
Tutunur anılarına

İnce uzun duvarlar
Kaç hayat yaşadınız söyleyin
Sesler yüzler sokaklar

Yankısı kalmadı seslerin odalarımızda
Sahipleri çoktan öldü fotoğrafların
Adımlarımızdan yoruldu yollar
Kaç hayat yaşadınız söyleyin
Sesler yüzler sokaklar

Şarkısını yitirmiş sesler
Gençliğini yitirmiş yüzler
Evlerini yitirmiş sokaklar
Kaç hayat yaşayacaklar daha
Daha kaç hayat yaşayacaklar

Unutlur mu yoksa bir gün
Sesler yüzler sokaklar
Bunca yaşamışlıktan sonra
Hiç unutulmayacaklar

15 Mart 2010 Pazartesi

günler sonra

Ooo kaç gün olmuş buraya yazmayalı... Aslında cumartesi aklımdaydı yazmak, hatta akşam gelir gelmez güzel geçen bir günden bahsetmek, suya yazmaktan hallicedir neticede diyerek o güzel günü kayıtlara geçirmek. Ve fakat eve gelip hiçbir halsizlik vs. belirti hissetmediğim halde saçma sapan bir şekilde ateşimin olduğunu fark edince vurup kafayı yatmak düştü bana, yazmak yalan oldu...

O yüzden cumartesiden başlıyorum şimdi. Nihayet "cemrelerin düşüşü boşa değilmiş galiba" dedirten güzellikte bir havada bu kez bir başka kafede yine saatleeeer harcadım efem. Geçen sefer okulda kahve falıyla renklendirmeye çalışmıştık öldürdüğümüz saatleri, bu kez Havelka'da Trivial Pursuit gördü aynı görevi. İlk kez oynadım başlarda pek bir eğlenceliydi ancak 3. turu döndürmek hataymış, bir yerde bırakmayı da bilmek gerekirmiş meğer. Sonlara doğru "Bitsin artık bu çileee" diye yalvarsak da sanki kafamıza silah dayamışlar gibi inatla sonunu getirmemiz ise nedendi bilemiyorum. Güzel bir hava, yakın zaman sonra uzaklara gidince çok özlenecek arkadaşlar, cıvıl cıvıl Caddebostan, damarlarımdaki kanla yer değişen çay, nargile, Trivial Pursuit ve dönüş yolundaki (Allahtan trafiğe yakalanmadık 20-25 dakikada geçtik karşıya mucizevi şekilde) başağrısı günün özetiydi sanırım. Trivial'a da bu kadar laf ettiğime aldanmasın kimse başta bayağı kaptırmış eğleniyorduk, durmasını bilemedik:)

Cumartesiden beri de değişik bir şeyler yok anlatılacak aslında. Pazar günü rutini anneanneciğimle hasret giderme ve yine aşırı çay yüklemesi. Yok canıım çay yüklemesi değildir o, ben aslında bir haftadır "tein tremoru tetikler mi?" deneyi yapıyorum, ellerim daha nasıl zangırdar acaba diye... Boşluk işte napıcaksınız:P

not: maNga'yı pek de seven bir insan olmayarak Cevapsız Sorular'ı pek bir beğendiğimi söylemeden geçmek istemedim. Zaten bu aralar her yerde çıkıyor karşıma, radyoda ya da televizyonda ya da ilginç üst kat komşumuzun "günlük olağan bangır bangır powertürk dinleme seansları"nda... Hem güzel hem de dilime takılıyor. "Kaldı geriye cevapsız sorular..." Ben de diyorum kaldı geriye 15 gün ne zaman gelecek bu vize?

11 Mart 2010 Perşembe

gezinti tozuntu AT11

Almanya'da öğrenci sigortası yaptırmaktan beni kurtaracak bir belge imiş AT 11, bu hafta başlıca gündem maddem oldu bu yüzden. Aslında bu hafta dememe bakmayın 15 dakikada hazırlanıveren bir belge kendileri, benimki her ne kadar müthiş açık kısmetim yüzünden sistemin takıldığı ana denk gelip biraz daha uzun sürdüyse de başvurduğun gün alabilmek, "bugün git yarın gel" mantığı ile işlememesi güzel. Neler gerekli tam onu da yazayım birine bir faydası dokunacaksa, nette bu konuda açıklamalar kısıtlı zira. İstanbul Avrupa yakasında oturanlar öğrenci belgesi, okulun verdiği erasmus belgesi ve karşı okuldan gelen kabul belgesiyle Fındıklı SGK'ya gidebilir, işini rahat rahat halledebiilir, sıra mıra da olmuyor pek anladığım kadarıyla. Tabii bir de kimin sigortasından yararlanılacaksa onun kimlik fotokopisi ve sigorta belgesi... Benimki ssk için geçerli, diğerlerinden çok emin değilim her ne kadar esasen hepsi birleşmiş gibi görünüyorsa da kimin nereden ne pürüz çıkaracağı belli olmuyor malum.

AT11 için öğrenci belgesi alma bahanemle birlikte okuldaydım dün. Bir kafede nasıl saatlerle kalınır, nasıl zaman öldürülür, ömür çürütülür deneyi yaptık. Ben yaklaşık 4 saatlik kısmında mevcuttum, benden önce bu deneye başlayan sevgili arkadaşlarıma saygılarımı gönderiyorum:) Dalga geçtiğime bakmayın yine de ömür çürütme falan değildi bu benim için, artık böyle toplu arkadaş ortamlarının her anının tadını çıkarıyorum. Pencere önündeki masada geçirdiğimiz her bir saat benim için sevinçti ama bu uğurda derslerini ekenleri bilemeyeceğim. Düne dair düşmek istediğim son not da Meltem'in kahve fallarını özleyeceğimdir...

Bir de bugün Fındıklı'ya gitmişken Kahve Dünyası'nı es geçmeyelim dedik, aman aman ne olmuş orası biz lisedeyken sıkış tepiş üst üste oturabiilirdik orada ancak, hatta o da kimi zaman o sıkışık masa için kuyruk bekledikten sonra... Bir büyümüş bir büyümüş gözlerime inanamadım. Ama çikolatalar hep bildiğimiz gibi, hiç şaşırtmıyor beni:)

9 Mart 2010 Salı

Q klavyeyi sevmek...

Bugün en yeni "açılımımız" f klavye haberini okuyunca yazın staj yaparken f klavyeyle cebelleştiğimiz günler geldi aklıma. İlk başta diğer stajyer arkadaşlarımla dalgaya almıştık hatta bu klavye işini. "Bak beyin jimnastiği olur böyle f klavyeyle yazmak, beynimizin alışkanlıklarını zorlarız." diyerekten başta biraz denedik, şans verdik kendisine ama nafile. Yazı yazarken parmaklarımızdan çok harflerin nerede olduğunu arayan gözlerimiz yoruldu, sinir stres sahibi olduk, saç baş yolduk ve de yazılması gereken şeylerde de bir arpa boyu yol alamadık. Sonunda değiştirdik f klavyeyi q ile de herkes rahat etti.

O yüzden haberde "f klavye ile Türkçe yazı akıp gidiyor" diye okuyunca, bizim hiçbir yere akamayan yazılarımızı düşünüp düşünüp güldüm. Hele hele "q klavye Türkçe'ye ters" (bizi bozar abi!!) ifadesini görünce daha da çok güldüm. Meğer bugüne kadar q ile hep Japonca yazmışım ben de haberim yokmuş. Hatta bir yerde "Türkiye'de klavyeler Türkçe olmalı!" diye sloganımtrak bir şey daha gördüm ki dağıldım. Sanırım zaten bu klavyelerin q da olsa Türkçe karakterler eklendiği için Türkçe klavye özelliğini kazandığından bihaber yöneticilerimiz de varmış, bu şekilde öğrenmiş olduk.

Demem odur ki, yapmayın etmeyin f klavyenin bulunabilirliğini artırın ama okullardaki klavyelere dokunmayın. Dünyada en yaygın olanı q sonuçta illa ki ileride bir yerde q klavye çıkacak o çocukların karşılarına. Benim bu yaz f klavyeye paralel evrenden gelmiş gibi baktığım duruma düşmesinler...

8 Mart 2010 Pazartesi

dostlar ve yerçekimli karanfil

Koşturmayla geçti bugün biraz, sabah vizemin peşine düştüm ama "bekle gelir" sözü dışında bir gelişme kaydedemedim. Okula gittim sonra da öğrenci belgesi vs vs belgesi için. Sonra beklerken kantinde oturdum biraz, elma çayımı alıp... Kitap okumaktı ya hedefim, kuzey kantinin dumtıs çıstak müzikleri sağolsun okuduğumdan bir şey anlamadım -ki zaten almancayı hatırlama çabalarım yüzünden Die Leiden des jungen Werther idi kitap, anlaşılmak istemiyordu pek. Neyse bıraktım kitabı bir süre etrafıma bakındım, bir diğer masalara baktım bir kendime... Dilaralar'ı ve Canan'ı aradı gözlerim. Biz de böyle ders arası söyler gülerdik dedim, hüzün bastı. Hava da bastı ardından, üstüme üstüme çamur yağdı. Kuzey iyice sevimsiz geldi bugün bana, bir kez daha anladım ki içinde dostlar olmayınca hiçbir şeye benzemiyormuş, kantin, bim, study hatta ve hatta tuvalet kuyruğu... Uzaktaki dostlarımı özledim bugün.

Sonrasında ne zamandır sohbeti özlenen biri geldi neyse ki, kasvet dağıldı biraz. Edip Cansever şiir dinletisine gittik beraber. Şiirler de okuyanlar da çok iyiydi ama itiraf ediyorum erkek sesine şiir bir başka yakışıyor, havası ve hissettirdikleri bir başka oluyor. İyi şiir okuyan erkekler illa ki çekici oluyor:)

Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde
Oysa ki seninle güzel olmak var
Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi
Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda
Midemdi, aklımdı şu kadarcık kalıyor.

Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.

Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce.

6 Mart 2010 Cumartesi

Orjinal Alice İstanbul'u sevmemiş

Taa yazın staj yaparken fragmanını gördüğümden ve hele de 3 boyutlu olduğunu öğrendiğimden beri sabırsızlıkla bekliyordum Alice In Wonderland'i. Sağolsunlar sinema işletmecileri keyfimi kaçırmak, hevesimi kursağımda bırakmak için epey çaba harcadılar. Dublaj gerektiren filmlere dublaj yapma ihtiyacı hissetmeyenler, muhtemelen içinde animasyon karakterler var diye "çocuk filmi" damgası vurduklarından Alice'i Türkçe dublajlı hale getirmişler. İyi güzel seslendirmeyi desteklerim bilen bilir ama çoğu filmin tadının da orjinal sesleriyle çıktığının kabullenilmesi lazım artık. Dublajı yapılmasın diyen yok ama altyazılısını da mumla aramayalım.

Durum şudur ki efem, Alice İstanbul'u pek sevmemiş, orjinali hiç sevmemiş. İstanbul dahilinde filmin 3 boyutlu ve orjinal gösterildiği tek bir salon bile yok an itibariyle. 3 adet gördüm 3D ve altyazılı onlarda Ankara, Bursa ve İzmir'deydi. Haydi 3. boyutundan vazgeçtik, eskiden 3 boyut mu vardı, Taksim'deki herhangi bir sinemada herhangi bir dilde ya da boyutta mevcut değil Alice. İstikamet en yakın AVM, boşuna açılmadı onlar tabii... Kültür başkentine gel...

Neyse İstanbul'um n'apalım. Varsın Alice sevmesin seni... Biz seviyoruz...

5 Mart 2010 Cuma

dön dolaş hep aynı

Yapacak bir şey bulamayınca filmlere çok fena sarmış durumdayım. "İyidir iyidir" diyebiliyorum sadece çünkü öte yanda Almanlar sabrımın sınırını zorlamaya devam etmekte, ona sarıp kendimi duvardan duvara vurmaktan iyidir ne de olsa...

Amaçsız amaçsız televizyona bakarken Beyaz başladı yalnız, üstelik fena rakı-balık modundalar, Eyyvah Eyvah, senden ötürü! ohh oooh

"Yandan Halimem yandan
Severim seni candan
Seviyorsan candan
Boşan gel kocandan"

O değil de manilerdeki üstün yaratıcılığımızı (bu üstteki dörtlüğe fasulyeyle giriş yapmak yaratıcılık isterdi ne de olsa) ve çanak çömlek tıngırtısına oynamaya hazır halimizi seviyorum... Ve evet yine duygusallaştım..

4 Mart 2010 Perşembe

kumrulu şiir

Duyduğum yoktu ne vakittir
Güvercin sesi, kumru sesi, pencerede;
İçime gene
Yolculuk mu düştü, nedir?
Nedir bu yosun kokusu,
Martıların gürültüsü havalarda;
Nedir?
Yolculuk olmalı, yolculuk.

Orhan Veli

2 Mart 2010 Salı

ordan burdan

Okul açılınca etraf epey sessizleşti haliyle. Herkes bir ayın ardından yeniden okula alışma çabasına girince ben de alternatif oyalamalara yöneldim birkaç gündür.

Ivır zıvır yaptığım işler anneannemde mantı açmaktan başlayıp (nasıl da özlemişim! eğer bir yerlerden bizi izleyebiliyorsan teyzem, eminim ki beni izliyorsun, açtığım mantıya gülümsüyorsun) hava yastığı çalınan arabamın peşinden polistir, servistir dolaşmaya kadar geniş bir yelpazeye sahip.

Bir yandan da bir dolu film edindim kendime, her güne bir film gibi düşüncelerim var bakalım.. Dün annemle Eyyvah Eyvah'a gittik ve çok da eğlendik açıkçası. Pişmiş tavuğun bile başına gelmeyen işler ve saf bir tip harmanını sevenler bol bol gülecektir benden söylemesi. Bugünse Deli Deli Olma'yı izleyip neden izlemek için neredeyse bir yıl beklediğimi sorguladım. Hiç beklemediğim kadar iyiydi, dram yönünü ağır beklerken sonları hariç güldüren sahnelerin bol olması da şaşırttı beni. Bir başka şaşırtan da böylesi bir filmin fazla ödül alamamış olması... Sadece en iyi müzik ödülü alabilmiş Altın Portakal'da, ki müzik gerçekten çok hoş ama bence fazlasını da hak etmiş bir film, artık rakipleri mi çok aşmış filmlerdi yoksa başka bir durumlar mı vardı bilemeyeceğim. Bari küçük kız bir ödül alsaydı, "gelecek vaadeden" ya da "umut vaadeden" gibisinden...

Son olarak, martın içinden bakınca gitme vakti daha bir yakın gelmeye başladı. Ufak tefek, son günlerde elimi rahatlatacak hazırlıklar da başladı. Ve fakat merak edenler için, pasaportumun akıbeti belirsizliğini korumakta... (sen gelmeez oolduuun...)