27 Nisan 2010 Salı

sessizlik

Dersi beklerken bile olsa iki kelime yazayım şuraya dedim, en azından biraz daha kısa ve okunası olur. Uzun uzun aralıklarla yazınca aklımdaki her şeyi yazabilmek için biraz abartıyorum zira, bu ay yazdıklarımı sonuna kadar okumaya dayanan var mıdır bilmem.

Umarım bu durum değişecek pazartesiden itibaren, ben yine yeni yeniden taşınınca. Bu hafta 1 ay bitiyor buraya geleli ama hala yerleşmiş değilim, hala yapacak bir çok kağıt işi var, korkuyorum acaba gitmeden önce de böyle sonu gelmez bürokratik işlerle uğraşacak mıyım? Toplam kaç hafta Berlin'i koşturmaca olmadan yaşayabileceğim bakalım...

Bu ülkenin acayip sessiz bir yer olduğunu yazmıştım daha önce sanırım. Köpeği havlamaz, kedisi miyavlamaz, bebeği ağlamaz buraların... Bir tek kuşlar canları istediği gibi ötebiliyorlar burada, hatta insanların yerine de cıvıldıyorlar sanırım. Nasıl başarıyorlar bilmiyorum, Boğaziçi'den kat kat fazla öğrencinin olduğu okulun dış mekanlarında çıt çıkmıyor, iç mekanlarda ise yine kişi sayısına göre ses çok az. Sesi kısılmış televizyon hissi veriyor burada caddeler. Kalabalık öğrenci grupları yürüyor ama sesleri çıkmıyor, insanlar gruplar halinde oturuyorlar ama konuşmuyorlar herkes kendi önünde başka şeylerle ilgileniyor. Dün trenden inip direk derse geldim, arkamdan çekelediğim küçük bavulumsunun çıkardığı gürültünün haddi hesabı yok. Uğultu istiyorum!!! :) Hayat belirtisi istiyorum. Havalar menopozundan kurtulup gerçekten ısınabilirse, insanlar da biraz daha mutlu olup birbirileriyle konuşabilirler belki... Bakalım bir umut, göreceğiz...

24 Nisan 2010 Cumartesi

bölük yaşanmışlıklar

Huyunu suyunu yeni yeni öğrendiğimiz ve alışmaya çalıştığımız buralarda "birlikten kuvvet doğar" felsefesi hayatımızda önemli yer tutuyor. Türklerin burada yıllarca gettolaşmasını bir yerde anlıyoruz bu şekilde. Birbirinden gereksiz onyüzbinmilyon bürokratik işi arkamızda bırakınca "Galiba üstesinden geliyoruz bu Erasmus'un be!" havalarına girdik. Buna rağmen tek başına sora sora Bağdat'ı bulmanın, ne bileyim tek başına banka işlemi vs halletmenin verdiği "Oldum ben" hissi de bambaşka...

Aslında yazmak istediklerimle direk alakalı olmadı bu giriş ama yine de ucundan bağlanır diye yazmadan edemedim. Burada esas anlatmak istediğim farklı farklı insanlari tanıdıkça yaşam ve yaşanmışlıklar üzerine düşünmekte olduğum... Bu düşüncelerin başlangıcına gidersek; geçen gün derste 2 Polonyalı, 1 Danimarkalı ve bir Türk olaraktan "geçmiş nedir, tarih nedir, toplumsal hafıza nasıl oluşur" konuları etrafında grup çalışması yapıyorduk. Cevap bekleyen sorulardan biri; "Hiç tarihi önemi olan bir olaya tanıklık ettiniz mi?" idi. Politikadan cevap vermemeyi seçtik bilinçsiz bir şekilde, zaten şimdi Türkiye'de her gün tanıklık ettiklerimi´zi anlatsam roman olurdu. Ben 1999 Depremi'ni söyledim, Polonyalılar da son Polonyalı Papa'nin cenazesini söyledi. Danimarkalı kızsa kitlendi kaldı ve sonunda "sanırım ben ülkemde tarihi/toplumsal önemi olan hiçbir şey yaşamadım" diyebildi...

Ne kadar iyi ne kadar kötü? 22-23 yaşında bir insanın hayatının tepeden tırnağa olaysız olması, tabii ki dünyadaki çok çok çok şanslı milyonda birlik dilime filan denk gelmiş olması iyi. Ama belirli bir toplulukla paylaştığı bir tek sevinçli olay bile hatırlayamaması? Güzel yaşanmışlıklar? Daha sonrasında ev arkadaşlarımdan Jana'yla da konuştuk bunu... Burada herkes o kadar kendi başına buyruk, kendine has bir hayat yaşıyor ki, ne toplumca paylaşılan gerçekten önemli, değerli anlar var ne de aile, beraberlik anlayışları... Jana, "10 yaşıma kadar Doğu Almanya'da büyüdüm ben" dedi, "eski zamanları, geleneklerimizi özlüyorum aslında, Almanya bugün artık öyle bir yer oldu ki insanları birbirine bağlayan hiçbir şey kalmadı." dedi. Sonra da " Mesela artık kimse evlenmek istemiyor, bir zamanlar güzel olan o düğün ritüelini sevmiyor, ailesinden kopuyor, uzaklaşıyor." dedi. Eskiden Rusça öğrenmiş yıllarca, "Hala Rusça'yı bıraktığım için üzülüyorum, çünkü Rusya'da ve Rusça'da hala 'bir ruh' var, artık bizde olmayan" dedi. Dedi de dedi. Ben de düşündüm sadece. 31 yaşında, bizim standartlarımıza göre yaşını başını almış, hatta aile-düzen kurma yaşı gelmiş de geçmekte olan bir yaşta Jana hala ailesinden, sevgilisinden uzak bir şehirde öğrenci evinde yaşıyor, öğrenci hayatı sürüyor. Burada insanlar kendi başlarına buyruk yaşamaya o kadar çok alışmışlar ki, hayata çok çok geç başlıyorlar. 31 yaşıma geldiğimde hala hayattan ne istediğimi, nerede olup nereye gittiğimi bilememek benim için ciddi bunalım sebebi olurdu, ama o bunu gayet kanıksamış oysa o sadece eski geleneklerini ve "o ruhu" özlüyor.

Geçen gün böyle Jana anlattı ben düşündüm. Türkiye'de biz mahalle baskısı, tabular, geleneklerden, toplumun beklentilerileri, aile hayatı gibi etkenlerden, bu etkenlere göre hayatımızın şekillenmesinden, istediğimiz gibi yaşayamamaktan ya da yaşasak da etrafın abuk sabuk yargılamalarından şikayet ederiz hep. Ama burada bütün bu kısıtlamaların kalkmış halini gördükten sonra yaşadığımız hayatın kıymetini anladım bir kez daha. Hayat dediğimiz her yerde zor -ki hiçbir şey olmasa, gelişmiş ülke olmanın verdiği refahını da tuhaf tuhaf kurallarıyla illa ki zora sokuyorlar. Ama biz en azından aile, arkadaş, çoluk çocuk çombalak komün hayatımızla ve ne olursa olsun hala bırakmadığımız bazı geleneklerimizle onlardan daha mutlu ve zorluklarla, engellerle daha kolay baş edebilen hayatlar sürüyoruz Türkiye'de. Düşünüyorum da "o ruhu" hiç kaybetmedik biz. Erasmus sırasında bile kalabalık, komün yaşantımızdan, her sorunla beraber uğraşmaktan vazgeçmedik. İyi ki de geçmedik...

Böyle işte... Dediğim gibi burada yeni yeni ve başka başka insanlar tanıdıkça, yeni yeni düşünceler alıyor beni. Bölünmüş, koparılmış ve daha sonra tekrar birleştirilmeye çalışılmış bu şehir ve insanları hala yarım ve bölük aslında. 20 yılda görünüş olarak gayet başarılı birleştirilmiş ve duvara -resmen onu maymun etmek suretiyle- korkunçluğu kaybettirilmiş olabilir ama biraz derine baktığınızda hala iki kutup görüyorsunuz. Hala bölünme travması ve parçalanma hissi devam ediyor. Üstelik ne insanlar ne de medya duvarın yıkılmasından sonra o çok istedikleri birleşmeye ve birbirilerine hala alışamadıklarını saklamıyor da... Görünmez duvarlar hala bir yerlerde duruyor ve sanırım eski Almanya'dan bugüne gelmeyi başaran tek ruh da duvarın ruhu...

19 Nisan 2010 Pazartesi

gezmek tozmak ve formaliteler

İnternetsizliğim ve evimizin düzensizliği aynen devam ederken hafta sonu da şehri keşfe vurduk kendimizi. Kah tipik turistik davranışların dibine vurduk, kah erasmus partilerine yol aldık. Ama Berlin'deki en huzur dolu anımı dün yaşadım; yurduma, köyüme yakın göle gidip uzun uzun suya ve ilk kez ısıtan güneşe bakarak... Susuz yerler istediğin kadar güzel inşa et, gözümde değeri 0 bir kez daha test ettim onlayladım kendi çapımda...

Tipik turistik davranışlarımızsa Potsdamer Platz'ta kendimize Doğu Almanya vizesi alıp duvar kalıntılarının önünde hatıra fotoğrafları çekerken görüldü. Potsdamer Platz mevzuu derin... Oradayken insan kendini turistik ıvır zıvırlara, davranışlara kaptırsa da durup düşündüğünde her şeyin zamanı gelince ne kadar anlamsız olabileceğini, içinin nasıl boşaltılabileceğini vuruyor insanın yüzüne, buruk bir gülümsemeyle. Bir zamanlar dünyayı bölen duvarın şimdi çiğnenmiş sakızların ve duvar yazılarının yegane adresi olması, doğu-batı bölünmüşlüğünde cehennem kapısıyken şimdi turizmde para kapısı olması; öldürülen Yahudilerin unutulmaması için yapılan Mahnmal'in sadece çocuklara değil koca koca turistlere saklambaç mekanı olması, onların içinin boşaltılmış olması değilse nedir?









Son olarak formalitelerimiden haber vereyim, bugün nihayet Auslaenderbehörde'ye de gittik ve oturma izinlerimizi bekleyen derviş hesabı aldık. Bu zahmetli yolculuğumuz kayıtlara geçsin lütfen; 04:00 - yataktan kendini sökme, 04:40 - 10 dakikalık rötarla yola çıkış, 5 civarı tabanvay olarak S-Bahn'a varış, 06:30 - Auslaenderbehörde'ye varış, 07:00 - sıra numaralarımıza kavuşmak, 08:00 - evrak teslim, 11:00 - zafer zafer zafer!

Her zamanki kısmetimle en son benim işim bitse de, yabancılar şubedekilerin oturma iznini içinden geldiği gibi vermesi sağolsun en uzun benimki çıktı. O kadar beklemediğim bir şeydi ki pasaportu veren teyze "Mayısa kadar geçerli" deyince o uykusuzluk ve sinir bozukluğuyla şok geçirdim, "Bana bir şeyler oluyor, herkesinkini ekime kadar verdiler beni 1 ay sonra yine buraya getirecekler!!" çırpınışlarıyla.. Sonradan düştü jetonum ki artık 5 Mayıs 2011'e kadar Almanya'da oturma iznim var, korkun benden, vizesiz mizesiz gezerim gezebildiğim kadar:)

15 Nisan 2010 Perşembe

Köyümden izlenimler

Tam 15 gün aradan sonra internet ve bol zamanı bir araya getirip gelebildim buraya. Bugün ititbariyle 2 haftadır Berlin'in köyünde yaşıyorum. 2 haftadır kafamda buraya yazmak istediğim o kadar çok şey biriktirdim, evirdim çevirdim, ekledim çıkardım ki bu yazının nereye gideceğini şu an kestiremiyorum tam olarak,. Anlatmak istediklerimin çoğundan vazgeçmeliyim sanırım yoksa saatlerle yazmam gerekebilir. Muhtemelen bu haliyle bile fazlasıya uzun olacak. Artık darısı bundan sonra yaşanacakları düzenli yazabilmenin başına diyerek son 2 haftanın kısa bir özetini geçiyorum.

Köyüm demem abartı değil, kaldığım yer gerçekten bir köy şehre uzaklık ve hayatın durgunluğu bakımından. Öte yandan evler ve yaşayanları açısından bakarsak köy birden Zekeriyaköy'ü andırabilir zira zengin semti burası, yurdun etrafında zilyon tane birbirinden büyük villalar (hatta malikaneler) var. Evde 5 kişiyiz, 1 erkek 4 kızız ve ev arkadaşlarımın hepsi Alman. Yıllardır beraber yaşıyorlarmış, komün hayatı sürüyorlar da denebilir. Karşı daireyle de bayağı sıkı fıkılar, eve girenler çıkanlar, süerkli bir hareket mevcut. Beklediğimden daha sıcaklar ama tabii Alman standartlarında mümkün olduğu kadar. Tek sorunumuz salonumuzun vahşi batı misali tozlar havada-yerde uçuşacak kadar pis olması ama salonda pek takılmayarak bu sorun giderilebiliyor. İlk günler ev bayağı hareketliydi dediğim gibi ama bu hafta okulun açılmasıyla oldukça duruldu ve 2 gündür herkes kendi odasına kapandı. Bkz. tatilde coşan okul vakti ortadan kaybolanlar.

Ortadan kaybolma konusunda epey başarılı olduklarını söyleyebilirim bu ülkenin insanlarının. Tam paskalya arifesinde geldim buraya, ilk gün şaşkınlık, yurda varış, ilk yerleştirildiğim evi beğenmeyip onu değişme telaşı, yer silme telaşı, kayıt telaşı, oradan oraya kağıt götürme koşturması, akşam evdekilerin şamatası ve en sonunda yatak yapma telaşı (o gün toplamda 20-21 saat ayakta kaldım kaıytlara geçsin) derken hiçbir şey anlamadım haliyle. Ama ertesi gün temizlik ve yerleşme bitip de akşamüstüne doğru 4 duvar arasında yalnız kaldığım an gerçekten bir "dank" sesi duyuldu. Yalnızlık, şaşkınlık, ne yapacağını bilememe ve kapanıp ağlama isteği hep birden geldi. Sonra amcamları aramayı akıl ettim, şansıma paskalya nedeniyle kuzenlerin de eve döndüğünü öğrendim. Bunalımları bırakıp elde harita kaybola kaybola gara gidip bilet aldım ve paskalyayı Hamm'da geçirmiş oldum, araya evden uzakta bir ev ortamı sokup alışma süreci de denebilirdi buna. Geri dönünce de vaktim buraya alışmakla ve bizi hiç boş bırakmayan ıvır zıvır evrak işleriyle geçti, ders seçme bunalımı da geldi arkasından. Yavaştan düzene giriyoruz gibi hissediyorum, iyi ki tek başıma değilim diyorum; özlemse giderek artıyor. Burada hep beraber evimizi düşünüp içleniyoruz zaman zaman, sonra da "madem geldik tadını çıkaracağız" diye gaza getirip teselli ediyoruz birbirimizi.

Genel özet bu, biraz sevgili günlük tadında oldu ve tam istediğim gibi olamadı o yüzden ama napalım artık. Ebru'dan tuhaf Almanya saptamalarıyla bitiriyorum:
-Boğaziçi Registration cansın! Sana bundan sonra laf eden karşısında beni bulur! Almanların sistemli oldukları bir mitmiş, gördük öğrendik. Burada tek sistem, sistemin olmaması. Freie Uni isminin verdiği gazla mı bilinmez herkes kafasına göre takılıyor. Bir online ders seçme sistemi var ama kimilerine çalışmıyor, kimilerinin kullanmaması gerekiyor, kimilerinde çalışıyor ama gerekmiyor, kimilerinde ise gerektiği halde çalışmıyor. Benzer bir online sistem daha var, dersi seçiyorsunuz ama aslında seçmiş olmuyorsunuz, derse gidip isminizi listeye yazmanız gerekiyor ama yıl ortasında kafanıza esip "Bıraktım be!!" de diyebiliyorsunuz. Happy hour tadında bir sistem kimin canı nasıl çekerse... Bu sistemde çekenler biziz yalnız...
-Almanların tuhaf uygulamaları var. Mesela evde tuvalet kağıdını kullandıktan sonra küçük parçalara bölerek tuvaletin içine atıyoruz, tuvaletin hemen yanındaki aslanlar gibi çöp kutumuza ise biten tuvalet kağıtlarının koçanları konuyor sadece. Tuvalet kağıdını küçük parçalara bölmemizin nedeni ise kanalizasyonu tıkamasın diye ama madem tıkansın istemiyoruz niye tuvalete atıyoruz bunlar cevapsız sorular...
-Bu çok çok çok başarılı bulduğum saptama esasen Yaprak'a ait, copyright izniyle kullanıyorum. Burada havalar menopozlu. Bir an kapkara oluyor, yağmur yağıyor, 10 dakika sonra güneş açıyor, güneş pek fazla ısıtmıyor ama esen rüzgar sağlam üşütüyor. Haliyle kat kat giyinmek zorunda kalıyor insan ve gün boyu yarım saat arayla "Ayy sıcak mı oldu ne?!" ve "Donduuuum!" gibi cümleleri arka arkaya kuruyor. Sonra Almanlar neden mutsuz, neden suratlar bir karış asık... Menopoz bunlar menopoz...
-Dersin sonunda herkes ellerini yumruk yapıp kapı tıklar gibi tak tak tak masalara vuruyor, hocaya teşekkür amaçlıymış. İlk duyduğumda yerimden sıçrayıp "Amanınn noluyoruz!!!??" dedim ama yavaş yavaş alışıyorum, mahalle baskısı var çünkü sen de vurmak zorunda kalıyorsun.
-Almanların sistemli olmaları dışında temiz olmaları da bir mit. Aslında gayet pisler. Sadece sokakları temizleyecek daha çok görevlileri var ama gelip bizim eve bakarsanız doğal ortamlarında ne kadar pis olabildiklerini görebilirsiniz.
-Pazar günü sokaklar ölüyor resmen. Buranın Nişantaşı'sı olarak tabir edilen yerde bile her yer bomboştu pazar günü. Tamam soğuk olabilir ama bu Berlin'in toptan eve kapanmasına neden olmamalı. Zaten kışın eksilerden yukarı çıkmamış sıcaklık hazır 10-12 civarındayken gezip tozsanıza yahu! Sokağa çıkanlar da ses çıkarmamak için yemin etmiş ayrıca. Sessiz sessiz takılıyorlar, çocuklar ağlamıyor, köpekler bile havlamıyor. Garipler garip...