24 Nisan 2010 Cumartesi

bölük yaşanmışlıklar

Huyunu suyunu yeni yeni öğrendiğimiz ve alışmaya çalıştığımız buralarda "birlikten kuvvet doğar" felsefesi hayatımızda önemli yer tutuyor. Türklerin burada yıllarca gettolaşmasını bir yerde anlıyoruz bu şekilde. Birbirinden gereksiz onyüzbinmilyon bürokratik işi arkamızda bırakınca "Galiba üstesinden geliyoruz bu Erasmus'un be!" havalarına girdik. Buna rağmen tek başına sora sora Bağdat'ı bulmanın, ne bileyim tek başına banka işlemi vs halletmenin verdiği "Oldum ben" hissi de bambaşka...

Aslında yazmak istediklerimle direk alakalı olmadı bu giriş ama yine de ucundan bağlanır diye yazmadan edemedim. Burada esas anlatmak istediğim farklı farklı insanlari tanıdıkça yaşam ve yaşanmışlıklar üzerine düşünmekte olduğum... Bu düşüncelerin başlangıcına gidersek; geçen gün derste 2 Polonyalı, 1 Danimarkalı ve bir Türk olaraktan "geçmiş nedir, tarih nedir, toplumsal hafıza nasıl oluşur" konuları etrafında grup çalışması yapıyorduk. Cevap bekleyen sorulardan biri; "Hiç tarihi önemi olan bir olaya tanıklık ettiniz mi?" idi. Politikadan cevap vermemeyi seçtik bilinçsiz bir şekilde, zaten şimdi Türkiye'de her gün tanıklık ettiklerimi´zi anlatsam roman olurdu. Ben 1999 Depremi'ni söyledim, Polonyalılar da son Polonyalı Papa'nin cenazesini söyledi. Danimarkalı kızsa kitlendi kaldı ve sonunda "sanırım ben ülkemde tarihi/toplumsal önemi olan hiçbir şey yaşamadım" diyebildi...

Ne kadar iyi ne kadar kötü? 22-23 yaşında bir insanın hayatının tepeden tırnağa olaysız olması, tabii ki dünyadaki çok çok çok şanslı milyonda birlik dilime filan denk gelmiş olması iyi. Ama belirli bir toplulukla paylaştığı bir tek sevinçli olay bile hatırlayamaması? Güzel yaşanmışlıklar? Daha sonrasında ev arkadaşlarımdan Jana'yla da konuştuk bunu... Burada herkes o kadar kendi başına buyruk, kendine has bir hayat yaşıyor ki, ne toplumca paylaşılan gerçekten önemli, değerli anlar var ne de aile, beraberlik anlayışları... Jana, "10 yaşıma kadar Doğu Almanya'da büyüdüm ben" dedi, "eski zamanları, geleneklerimizi özlüyorum aslında, Almanya bugün artık öyle bir yer oldu ki insanları birbirine bağlayan hiçbir şey kalmadı." dedi. Sonra da " Mesela artık kimse evlenmek istemiyor, bir zamanlar güzel olan o düğün ritüelini sevmiyor, ailesinden kopuyor, uzaklaşıyor." dedi. Eskiden Rusça öğrenmiş yıllarca, "Hala Rusça'yı bıraktığım için üzülüyorum, çünkü Rusya'da ve Rusça'da hala 'bir ruh' var, artık bizde olmayan" dedi. Dedi de dedi. Ben de düşündüm sadece. 31 yaşında, bizim standartlarımıza göre yaşını başını almış, hatta aile-düzen kurma yaşı gelmiş de geçmekte olan bir yaşta Jana hala ailesinden, sevgilisinden uzak bir şehirde öğrenci evinde yaşıyor, öğrenci hayatı sürüyor. Burada insanlar kendi başlarına buyruk yaşamaya o kadar çok alışmışlar ki, hayata çok çok geç başlıyorlar. 31 yaşıma geldiğimde hala hayattan ne istediğimi, nerede olup nereye gittiğimi bilememek benim için ciddi bunalım sebebi olurdu, ama o bunu gayet kanıksamış oysa o sadece eski geleneklerini ve "o ruhu" özlüyor.

Geçen gün böyle Jana anlattı ben düşündüm. Türkiye'de biz mahalle baskısı, tabular, geleneklerden, toplumun beklentilerileri, aile hayatı gibi etkenlerden, bu etkenlere göre hayatımızın şekillenmesinden, istediğimiz gibi yaşayamamaktan ya da yaşasak da etrafın abuk sabuk yargılamalarından şikayet ederiz hep. Ama burada bütün bu kısıtlamaların kalkmış halini gördükten sonra yaşadığımız hayatın kıymetini anladım bir kez daha. Hayat dediğimiz her yerde zor -ki hiçbir şey olmasa, gelişmiş ülke olmanın verdiği refahını da tuhaf tuhaf kurallarıyla illa ki zora sokuyorlar. Ama biz en azından aile, arkadaş, çoluk çocuk çombalak komün hayatımızla ve ne olursa olsun hala bırakmadığımız bazı geleneklerimizle onlardan daha mutlu ve zorluklarla, engellerle daha kolay baş edebilen hayatlar sürüyoruz Türkiye'de. Düşünüyorum da "o ruhu" hiç kaybetmedik biz. Erasmus sırasında bile kalabalık, komün yaşantımızdan, her sorunla beraber uğraşmaktan vazgeçmedik. İyi ki de geçmedik...

Böyle işte... Dediğim gibi burada yeni yeni ve başka başka insanlar tanıdıkça, yeni yeni düşünceler alıyor beni. Bölünmüş, koparılmış ve daha sonra tekrar birleştirilmeye çalışılmış bu şehir ve insanları hala yarım ve bölük aslında. 20 yılda görünüş olarak gayet başarılı birleştirilmiş ve duvara -resmen onu maymun etmek suretiyle- korkunçluğu kaybettirilmiş olabilir ama biraz derine baktığınızda hala iki kutup görüyorsunuz. Hala bölünme travması ve parçalanma hissi devam ediyor. Üstelik ne insanlar ne de medya duvarın yıkılmasından sonra o çok istedikleri birleşmeye ve birbirilerine hala alışamadıklarını saklamıyor da... Görünmez duvarlar hala bir yerlerde duruyor ve sanırım eski Almanya'dan bugüne gelmeyi başaran tek ruh da duvarın ruhu...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder