27 Şubat 2010 Cumartesi

sarılmak

Güzel geçen bir günün ardından durgunlaşmak da neyin nesi? Lebon'un profiterolündeki endorfin 1 gün bile yetmiyorsa neler oluyor bana? Bir şey olduğu yok ama bir boşluk var içimde, kollarımda... Birine sarılmak isteği var, sımsıkı hem de, öylesine... "Ona" sarılmak, o diye biri yoksa bile sarılmak... Ara ara aniden gelen ve kolay kolay da gitmeyen bir his bu. Hiç bırakmayacakmış gibi, sımsıkı sarılmak isteği...

Benim adım ebruli tabii...

26 Şubat 2010 Cuma

karmakarışık

Birkaç gün yazmayınca yazmak istediklerim karmakarışık oluyor haliyle...

Çarşamba günü okula uğramıştım, derse girmek zorunda olmayınca öyle güzel oluyor ki okul oooh :) Amerika üzerine bir belgeselin gösterimi vardı, gösterim 4'ü biz kızlar takımından olmak üzere 5 kişinin katılımıyla gerçekleşince ne kadar başarılı oldu bilemem ama belgeseli başarılı buldum. Belgeselin yapımcılarından biri de gösterim sonrası tartışma için gelmiş ama tabii dediğim gibi 5 kişiyle bir yere kadar. Gerçi sonradan konsolosluktan ona eşlik eden kadının dediğine göre daha önceki gösterimlerden sonra yapılan tartışmalardan sonra adamcağıza kız öğrencilerden hiç soru/yorum gelmemiş, o yüzden burada az kişi ve yoğunluklu olarak "female voice" olması iyi olmuşmuş, teselliye gel. İlk başta duyunca bir gaza gelip "wake up women wake up!" diyesim geldi ama öte yandan kızların adama bakmaktan (!) soru sormaya fırsat bulamamış olmaları da mümkün tabii. Neyse daha dolaşacaklarmış rastlarsanız izleyin efem, Amerika'nın demokrat-muhafazakar olarak ikiye bölünüşü objektif olarak işlenmiş, SPLIT: A DIVIDED AMERICA'da...

Dünse huzurevi ziyaretiyle geçti. Amaç babamın teyzesini ziyaretti yeni taşındığı yerde ancak haliyle o kadar hevesli ki orada kalan herkes konuşmaya, sadece bir kahve beklerken bile epey yaşlı teyzeyle selamlaşmış, ayaküstü konuşmuş oldum. Tuhaf yerler huzurevleri... Yaşlılığa, yalnızlığa içiniz burkuluyor lakin en azından bir aradalar tek başına bir evde oturmaktansa iki çift laf ediyorlar burada başkalarıyla, hem de onları oyalayacak etkinlikler var diyorsunuz, böyle yaşlanmak da güzel diyorsunuz. Yine de kafanızdan "ama ama"lar eksik olmuyor...

Bir yandan da sevgili pasaportuma besteler yapıyorum artık, 5 haftanın ardından ne yapacağımı bilmediğimden olabilir. "Dön gel, dööön geeel" diyorum, "Gerii dön, gerii döön ne oluur gerii dööön" diyorum ama "Sen gelmez oolduuun, sen gelmez oolduun, sen gelmeez oolduun..." be pasaportumcum...

23 Şubat 2010 Salı

çocukken sevilen şeyler

Dünden beri kolumu kaldıracak halim olmadığından battaniye ve yastık desteğiyle kedi gibi yatıyorum. Bu "kedi modu" yüzünden gitmeyi çok istediğim ve çok iyi geçtiğine de emin olduğum bir konseri de kaçırmış bulunuyorum, alacağım olsun...

Neyse efem dün bu şekilde yattığım yerden nette dolanırken Ekşi'de rastladım bu başlığa: küçükkken sevilen şeyler. Birden bir gülümseme oturdu yüzüme, bir aydınlandım mutlu oldum okuyup hatırladıkça... çocukken sevilen şeyler demeyi tercih ederek mini bir de liste yaptım kendime:
- Yiyecek-içecek:
Tadelle (yeniden üretilmeye başlanınca çıldırdım resmen), Sulugöz (hala bayılırım), tüp çikolata, Capri-Sun (önce hüplet sonra gümlet!), Sun-Sen (adından artık pek emin olamadığım müthiş gazoz), jelibon ve sadece bir yaz Yalova'daki bir bakkalda bulduğum, o yaz bol bol tükettiğim ve bir daha asla rastlayamadığım istiridye kalıplı çikolatalar...
-Müzik
Zilyon şarkılık 90lar arşivimi buraya yazamayacağımdan isimleri geçiyorum ve "kaset !" diyorum.
-TV
Nickelodeon (iki yılımı karşısında geçirmişliğim var, hala bir Clarissa odam olmadı), okuldan gelince şimdi kadın programlarının olduğu saatte arka arkaya başlayan ve bizi kavram karmaşasıyla tanıştırdığına inandığım Taş Devri-Jetgiller ikilisi, Power Rangers (baleden önce Power Rangers konuşup bale saati yüzünden o günkü bölümü kaçırdığımıza üzüldüğümüzü hatırlıyorum da, kafamız niye karışık anlar gibi oluyorum:P ), Scooby-Doo (bu da haftasonu kuşağıydı yanılmıyorsam, Daphne'nin bir nesle moru sevdirmesidir ayrıca) ve +25 tiplerin yıllarca bizi liseli olduklarına inandırmaya çalıştıkları bizim de 6789 kez izlediğimiz Çılgın Bediş
-Oyun
Lego, Lastik (büyük teneffüs eğlencesi), seksek, el kızartmaca, şaşırtmacalar, taso (en son gördüm de devasa boyutlara ulaşmışlar oysa bizimkiler küçücüktü ufacıktı içi dolu fıçıcıktı bir zamanlar), sticker biriktirmek (takas yapmak, biriktirirken hırs yapmak, stickerların kaybolması, çalınması, mızıtmalar), oyun hamuru (bizim yerler halı kaplama olduğundan etrafı batırma olasılığım düşünülerek alınmamıştı bana pek, içimde kaldı cidden), takla atmak - parande atmak - amuda kalkmak (evet bir zamanlar esnektim...)

bonus olarak da anneannede kalmak sanırım... Var mıdır artıran?

22 Şubat 2010 Pazartesi

resmim dünyayı gezerse...

Bir süredir koşturmacalarımın arasında ihmal ettim burayı... Birkaç gündür aklımda evirip çevirip yazamadıklarımı yazma vakti geldi herhalde.

Geçen gün evde Up In the Air'i izledik ailecek. Filmi anlatmak değil niyetim, izlemeyenlerin keyfini kaçırmayalım. Ama filmden geriye bende kalan bir enstantaneden de bahsetmeden geçmeyeyim dedim, filmin ana konusuyla da çok alakalı değil bu yazacaklarım. Düşünün ki her yeri gezmek istiyorsunuz ancak koşullar buna müsait değil haliyle. Filmde bir çift bu duruma yaratıcı bir çözüm getiriyor. Bir fotoğrafınızı yeterince büyütüp kalın kartonlara yapıştırıp gitmek istediğiniz yerlere yakın zamanda gidecek olan tanıdıklarınızın eline tutuşturuyorsunuz. O resminiz, başkalarıyla beraber dolaşıyor ve gidilen yerdeki önemli yerlerin önünde "resminizin fotoğrafı" çekiliyor. Sonunda siz bütün tanıdıklarınızın çektiği fotoğraflar bir araya gelince neredeyse dünyayı gezmiş (Filmdeki versiyonunda Amerika haritası tamamlanıyor) havası yaratıyorsunuz.

Yaratıcı mı yaratıcı. Ama düşündükçe aslında ortaya konan "şey" hem eğlenceli hem de can sıkıcı. Maddi-manevi engeller sonucu aslında yapmak istediklerimizi kartondan vesikalarımızın yapması ve bizim bu tempo içinde kaybolup gitmemiz... Rahat rahat istediği yeri gezebilecek, dünya turuna çıkabilecek koşullara sahip kaç şanslı var ki? Belki de hepimiz en iyi ihtimalle yakın yerleri görüp uzakları resimlerimize tamamlatmaya doğru ilerliyoruz. O resimlerin dört bir yanda çekilmiş fotoğraflarını görünce gülümsememek, eğlenceli bulmamamak elde değil ama bir burukluk da kesin var tamamlanan ya da tamamlanacak haritalarda... Yine de dediğim gibi yaratıcı, 15-20 yıl sonra bu formül hayata geçirilebilir. Hatta giden birine vermeye de gerek yok nasılsa 15-20 yıl sonra çocuklar photoshop kullanmayı bilerek doğmaya başlayacaklar. Birinden isteyiveririz bana bir dünya turu arttırır artık:P
Not: Seyyar Sahne'nin sahneye koyduğu Oğuz Atay'ın romanından uyarlanan Tehlikeli Oyunlar'ı izledim cumartesi akşamı, İTÜ Maçka Kampüsü'nde. Oyuncunun performansı açısından gerçekten görülesi bir oyun, çok beğendim ama mümkünse İTÜ'deki salonda izlemeyin derim.

18 Şubat 2010 Perşembe

yazdan kalma bir günden

Yazdan kalma bir havada, canım İstanbulum'da sahil keyfi yaptım bugün...


Sahilde yürüyüş ve kayalıklara oturup denizi seyretmek sahil keyfinin olmazsa olmazları. İki damla güneş görür görmez hemen mayışıp yayma moduna geçen kedilerdeki amaçsızlık ve kedilerin rehavetinden yararlanıp meraklarının peşinden giden köpekler beni mest ettiyse de günün sürprizi tavuskuşları oldu. Uzun zamandır görmeyip de unutmuş muyum tavuskuşlarını nedir, bugün bir kez daha ne kadar büyüleyici yaratıklar olduklarının farkına vardım. Hele albino olduğunu varsaydığımız bir tanesi gerçekten büyüledi beni. Buyrun güzelliğine siz de kapılın efem...



Bugünü hafif dalgalı denizin huzur veren sesiyle, gemilerin düdükleriyle, kayalıklarla ve dürüm-çay-dondurma üçlemesiyle hatırlamak istiyorum. İçinde deniz olmayan bir şehrin ne kadar sıkıcı olduğunu 567898765456789. kez idrak ettim bugün. Sanırım yavaştan gidiş fikri yerleşiyor bende, duygusallaşıyorum, İstanbulum'u nasıl arkamda bırakacağımı düşünüyorum. İstanbulum'u ve içindeki sevdiklerimi... Neyse ki daha çok var. Ama denizi ve sesini özleyenlere gelsin bu da:

17 Şubat 2010 Çarşamba

ama yok artık!

Dünden beri haberleri şaşkınlıkla izlemekteyim. Her seferinde "Bu da sondu artık bundan sonra bu ülkede hiçbir şey şaşırtamaz." diyorum ve bir süre sonra yeniden feleğimi şaşırtacak olaylar yaşayabiliyoruz. Garip bir ülkede yaşıyoruz vesselam, çok ama çok garip...

Zamanda bir şekilde bir oynama yapıp bu yaşanan savcı savaşlarını bir de Evicmen ile irdeleyebilmeyi isterdim. Muhtemelen açık havada bir yerde, o sinirden sigaralarını arka arkaya yakabilecekken...

15 Şubat 2010 Pazartesi

sağlıklı (!) yaşam



Annemin sağlıklı yaşam merakı, birkaç haftalık misafir maratonundan sonra yine yeni yeniden başladı. Kendileri arkadaşlarına giderken, ben evde brokoli çorbası, fırınlanmış karnıbahar, haşlanmış tavuk ve makarnayla kalakaldım. "Korkunun ecele faydası yok" mottosuyla tembelliğimi birleştirdim ve sırf ısıtma derdinden kurtulmak için hala fırında olan karnıbaharı seçmiş bulundum bir kere... Öte yandan bu 4lü içinde ikinciyi seçmek zor olmadı, ısıtmak da zor gelmedi neden acaba :P

Yaptım bir hata, üstüne kaşar koyduğu için annemin "Aaa tıpkı börek gibi!" dediği karnıbaharı yemiş bulundum. (Börekseverler cemiyetinin bu teşbihe tepkilerini heyecanla beklemekteyim) Daha doğrusu yiyememiş, yarıda bırakmış... Karnıbaharın ne şekilde olursa olsun tuhaf bir oluşum olduğuna kanaat getirdim en sonunda. Varoluş amacının ağızda kötü bir tat bıraktıktan sonra mideye inip tokluk hissi yaratamadan süblimleşmek olduğunu düşünüyorum artık. Evet saçmalıyorum farkındayım, sağlıklı yaşam sağlığımı bozdu. Makarna bile kurtarmadı durumu, midem bulanıyor, başım dönüyor, bana bir şeyler oluyor, hani benim çikolatalarım?????

14 Şubat 2010 Pazar

aşk dediğin...

Duygusallaştım biraz akşam akşam... Bugün, onu henüz yeni kaybetmişken ve onsuz ilk sevgililer gününü yaşarken, sevgilisinin mezarına çiçek götüren adama saygı duruşunda bulunmak istiyorum.

Duyunca insanın içi bir tuhaf oluyor. Ancak içinde acıdan başka şeyler de var bu tuhaflığın... Sevgi, en önde geleni örneğin... Ve sonlara inat sonsuzluk... Her güzel şey bitermiş derler ya hani, bazıları bitmezmiş mesela, devam edermiş yaşamaya. Ve gelecek ve umut ve umutsuzluk... Bayağı karışık anlayacağınız. Madalyonun iki yüzü var. Birinden hala sevgiye inanan insanlar bakıyor bize, diğerinden hayatın acımasızlığı... Hem gözyaşı var hayatta hem mutluluk... Bir de "umutluluk"

...
Hani ıssız bir yoldan geçerken
Hani bir korku duyar da insan
Hani bir şarkı söyler içinden
İşte öyle bir şey

Hani eski bir resme bakarken
Hani yılları sayar da insan
Hani gözleri dolar ya birden
İşte öyle bir şey, işte öyle bir şey
...

13 Şubat 2010 Cumartesi

kaç nikah kaç cenaze

Pek yazacak bir şey bulamadım bu aralar, biraz karışık ve çelişkiliyim yine, dengesiz takılıyorum.

Okulun açılma tarihi yaklaşınca ve havalar düzelince arkadaş toplaşmaları arttı, bu mutlu tarafım... Okulun açılması şu aşamada bana pek bir şey ifade etmiyor, hala gitme fikri de yakın değil bu sürüncemede bekleyen tarafım.. Pasaport da elden gideli 3 haftayı geçti, her gün saydırma potansiyelim artıyor; bu da kaygılı/düşünceli tarafım... Yıldız, cuma günü resmen yıldız olmaya gitti bu da buruk tarafım... Liste uzar gider...

Başlıkta verilmek istenen mesaja gelirsek efem... Bugüne kadar kimi arkadaşlarımı bu gerçekle dumura uğratmışlığım var ki ben şu yaşıma kadar hiç düğün görmedim. İki kez nikahta bulunmuşluğum var, kader midir nedir artık ikisi de aynı kişiye aitti; birinci ve ikinci evliliği olmak üzere... Öte yandan pek çok cenaze gördüm, hastalıkla/ölümle nispeten erken yaşta tanıştım denebilir. O yüzden bundan sonraki uzuuun bir süre için dileğim -etrafımdaki herkesi bağlayan bir istektir, ona göre ayağınızı denk alın:P - hastalıktan, ölümden uzak, yeni başlangıçlar ve mutluluklarla dolu günlerdir. Artık aileden, tanıdıklardan ve arkadaşlardan birileri ne yapsın etsin evlensin, çoluk çocuğa filan karışsın, Ebru insanı da düğün görsün, bebek sevsin yahu... Korkuyorum sonunda nikah memuru filan olmaya karar vereceğim biraz olsun mutlu çiftler görebilmek için o olacak. Üstüne alınan alınsın, yarın sevgililer günü bunun da tadını çıkarsın:)

bir de bonus:
Geçen gün sinemada gelecek program olarak Recep İvedik 3'ü gösterdiler, fragmanına bile dayanamadım. Dün girmiş vizyona... Yapmayın etmeyin rica ederim, hayır entel dantel filmlerden ben de hazzetmen ama burnunu karıştıran -sanırım bu filmde bununla da yetinmeyip başkasının burnuna da el atmış- bir insanın neresine gülüyor bu milyonlar anlayamıyorum bir türlü... Çözmek güç cidden.

10 Şubat 2010 Çarşamba

dünya dönüyor sen ne dersen de...

Tek çocuk olduğum ve annemle babamın yakın arkadaşlarının çocukları olmadığı -ya da benden çok büyük oldukları- için yuvaya gidene kadarki tek arkadaşlarım annem babamın yaş ortalaması +30 olan arkadaşlarıydı. Bu nedenledir ki "X Teyze" Y Amca" kavramıyla okula başlayınca tanıştım, annemlerin arkadaşları benim gözümde benim de arkadaşlarım olduklarından teyze-amca gibi sıfatlar yakıştırmadım hiç birine.

Bacak kadar veletken koca koca insanları arkadaş edinmek ilginçti gerçekten. Aman ben sıkılmayayım diye hepsine ayrı ayrı şaklabanlıklar yaptırmışlığım da vardır söylemesi ayıp. Çocukken hiç sıkılmadım bu durumdan, büyüdükçe de zaten aynı ortamda bulunduğumuz zamanlar gitgide azaldı, her normal çocuk gibi okulda yaşıtlarımla takıldım, anne-baba dışarı çıkınca anneannemlerde kaldım ya da evde yalnız kaldım falan filan... Peki neden tüm bu girizgah? Çünkü aradan yıllar geçtikçe o "ilk arkadaşlar" yıllara yenilmeye başladı. Birinin ölüm haberi bu sabah geldi, içim bir cız etti önce, sonra "en azından çekmedi" diye avuttuk kendimizi.

Sonra düşündüm acaba onu en son ne zaman görmüştüm diye... Hatırlayamadığıma göre temiz birkaç yıl olmuş. Tuhaf çünkü ciddi ciddi ilk arkadaşlarımdandı benim. Hatta onların evindeymiş ki bundan aşağı yukarı 20 yıl kadar önce (böyle ağız dolusu 20 deyince depresyona giresim geldi!) kalabalık bir arkadaş grubu muhabbet halindeyken, ben de konu mankeni şeklinde salonun ortasına oturtulmuşken sıkılıp ilk kez ayağa kalkıp hep yaparmış gibi pat pat pat masaya yürümüş ve milleti dumura uğratmışım. Bir de Bebek'te annemlerin neredeyse her hafta gittiği salaş Balıkçı Güneş'te maceralarım geliyor gözümün önüne... Balıktan hiç hazzetmeyen küçük bir çocuğu her hafta balıkçıda tutabilmek için sarfedilen efor, rüşvet olarak verilen dondurmalar ve resmen herkesi parmağımda oynatmam... Bu sahnelerin baş köşesindeydi Yıldız, işlettiği butikten getirdiği cicili bicili yaka iğneleri o gecenin eğlence kaynağı olurdu benim için... Bir diğeri de o balıkçıya ara ara uğrayan fotoğrafçı amcaya onlarla beraber fotoğraf çektirmekti ki görüntü belirene kadar o polaroid fotoğrafı sallamak başlıca eğlencelerimdendi...

Öyle işte... Dünya döndü, yıllar geçti fark etmesek de... Ben büyüdüm, o "ilk arkadaşlarımı" 40 yılda bir görür hale geldim. Yıldız, gökyüzünde bir yıldız olmaya gitti. Polaroid fotoğraf makineleri üretimden kaldırıldı. O salaş balıkçı lüks, kokoş bir "balık restoranı" haline getirildi. O balıkçının yanında iki bina arasında seksek oynadığım taşların üstündeyse artık paparazziler seksek oynuyor...

Dünya dönüyor sen ne dersen de
Yıllar geçiyor fark etmesen de
...

8 Şubat 2010 Pazartesi

hava soğuk, Boğaz güzel


Üniversiteye gelene kadarki okullarımla pek sıcak ilişkiler kuramadığımdan mıdır, yoksa kerameti sadece Boğaziçi'nin kendisinden midir, ikisinin de mi payı vardır bilmem ama tatilde bile gidip zaman geçirmek isteyecek kadar seviyorum kampüsü... Erasmus'un banka işlemleri için Bebek'e gitmem gerekince, direk oraya gitmek aklımın ucundan geçmedi ve tabii ki okul aktarmalı Bebek yaptım bugün, Dilara'yı da sürükleyerek. "Özledim, özledim uzun uzun denizi izlemeyi özledim" diye tepinirken, hasret giderdim sonunda Boğaz'la... Manzara'da oturduk, Boğaziçi'nin canı sıkılınca pattadanak insanın kucağında bitiveren ve yine canı sıkılınca aynı hızla küsüp uzaklaşan, kafasına göre takılan ve dünyanın kendi etraflarında döndüğünü sanan kedileriyle hasret giderdik. Aşiyan'dan aşağı inip, Bebek'te banklara kurulup karabatakların neden inatla kanatları açık şekilde dubalara tünediklerini çözmeye çalıştık. Abuk sabuk ve de deli dolu bir sürü de resim çektik ve haliyle donduk. Ama değdi mi? Hem de fazlasıyla:)

Öte yandan bugün de Cem Karaca'nın ölüm yıldönümü... Bu Ocak sonu-Şubat başı nasıl lanet bir dönemse artık birbirinden değerli insanları almış götürmüş. Hasan Hüseyin zamanında Orhan Kemal ve Nazım Hikmet'e atfen Haziran'da Ölmek Zor dediyse de, 90lar ve 2000leri görebilseydi bu zaman diliminin bizden aldıklarına neler yazardı kim bilir...



7 Şubat 2010 Pazar

rapor

Biraz uzak kaldım sanırım. Öyle kayda değer pek bir şey de yapmadım son günlerde aslında. Biraz gezmek tozmak, biraz ev işlerine yardım, bugün de anneannemle şarkı yarışmasındaki çocukları seyretme geleneğine devam... İzlediklarim hala 70lerde, dinlediklerimse hala 90larda takılmış durumda... 90lar şarkı listemde de ipinin ucu iyice kaçtı artık, tutamıyorum gittikçe devasa bir arşiv haline geliyor. Tek şarkılık parlayıp yok olan ama o tek şarkıyla bile hala akılda kalabilen ne kadar çok kişi varmış tekrar tekrar görüyorum.

Hepsinin yanında bende yavaş yavaş pasaport endişesi başladı. 15 günü geçti vizeden ses seda yok içimden bir ses konsolosluk pasaportumu yedi diyor. Hayır altı üstü öğrenciyim yani bunca zaman neyimi araştırıp soruşturuyorlar anlamış değilim. Vallahi yemeyeceğim kıymetli ülkenizi 4 buçuk bilemedin 5 ay kalıp döneceğim İstanbuluma, sonra isteseniz de kalmam söz... Bir kez daha çift pasaport candır demek geliyor içimden... İmkanı olan o 2. vatandaşlığı kaçırmasın, hiçbir işe yaramasa vize derdinden kurtulmaya yarar demek istiyorum. Bıktım konsoloslukları arşınlamaktan, zırt pırt ona buna hesap vermekten yahu... Sinirlendim bak yine... Pasaportumdan bir haber verin bari...

5 Şubat 2010 Cuma

flashforward

Hayır bahsettiğim dizi olan Flashforward değil. Daha henüz tanışmadım onunla, pek tanışasım da yok, nedensiz...

Tam da kelime anlamıyla flashforward benim bahsettiğim. Bazen hayatı bir 10 sene kadar ileri sarıp duruma bir göz atıp geri dönmek geliyor içimden. 10 yıl kadar sonraya bir bakmak, neredeyim, ne olmuşum ne olamamışım görmek istiyorum sadece... Nereye gidiyoruz, ne diye çırpınıyoruz, boşa mı kürek çekiyoruz bilmek istiyorum. Yıllar beni ve yakınımdakileri nereye sürükleyecek onu bilmek istiyorum. Belki de gardımı almak istiyorum geleceğe karşı pek güvenim olmadığından. Sanki bir geçiş sürecindeymişiz ve daha hiçbir şey görmedik, duymadık, bilmiyoruz gibi hissettiğimden...

Şimdi diyeceksiniz ki tatil tatil, okul yok bir şey yok nereden esti bu kıza yine bu bunalım havası, ne olacağız kaygısı? Ben de bilmiyorum açıkçası... Esti işte öyle, geldiler birden..

3 Şubat 2010 Çarşamba

EDV

Arka plana resim atayım böyle dümdüz durmasın sayfa diye uğraşınca aklıma lisedeki bilgisayar dersleri geldi. Ah pardon bilgisayar değil EDV dersleri... 5 yıl bu EDV'nın açılımını öğrenemedim, bari burada Elektronische Datenverarbeitung olarak gözümün önünde dursun, belki bir işe yarar, almancazedelere bir faydası dokunur.

EDV deyince de tüm korkunçluğuyla Frau Berger geldi gözümün önüne. Hazırlıkta yaptığı sınavda bir sıranın bilgisayarlarının komple kilitlenmesi üzerine kılını kıpırdatmadan sarfettiği "Bilgisayarlarınızın kilitlenmesi sizin sorununuz benim değil, ek süre falan da vermem!" vecizesi lisedeki işkence hatıralarımın arasında hala capcanlı durmakta. (Merak eden varsa bilgisayarları kilitlenen benim gibi bahtsızlar 30-45 arasında notlar almışlardı, hey gidi günler) Panik halinde geçen ve asla yetişmeyen excel sınavları da keza... Organigramm'ı da hala çözemedim -çözmek de istemedim- pek sevgili Frau Berger ya, HTML'den (HaTeMeeL okunur) aklımda birkaç kırıntı kalmış, hayret... Korku nelere kadir...

O değil de iyi ki bitti lise ya! Valla! Travmalarım 3 yılda geçmedi, 13 yılda geçer mi bilmem ama her şeye rağmen akıl sağlığım yerinde mezun olabildiğim için şükretmeliyim sanırım. Ama şimdi yatıp gece gece aklıma gelen EDV yüzünden kabuslar göreyim, ohh gerçek değilmiş o günlere geri dönmemişim diye mutlu uyanayım...

ps: Özge'ye selam ederim, EDV da eder...

1 Şubat 2010 Pazartesi

müsaadenizle çocuklar

Gazeteleri gezerken gördüğümde inanamadım. Tam 11 yıl olmuş, Barış Manço hepimize "müsaadenizle çocuklar" diyeli...

Daha 3-4 yaşlarındayken evdekileri bayıltacak kadar sık dinlerdim bir Barış Manço'yu bir de Kayahan'ı. Baygınlık gelip kasedi -evet evet kaset! kalemle sardıklarımızdan- çıkardığı zaman annemler bu sefer kendim başlardım söylemeye... A de bakiiim aaaa bi de Y de yeeee şimmdi bi de I ııııııı. Oku bakiiim aayyıııı! Arkadaşım Eşşek, Domates Biber Patlıcan, Kayahan'dan da E Bebeğim(Kırmızı Pabuçlar) ve Bir Aslan Miyav Dedi böyle sürüp giderdi...

Biraz daha büyümüştüm ki, Müsaadenizle Çocuklar geldi. Etrafta "ama benim adııııım bal böceğiiiiii..." ve "eel sallaa el sallaaa" diye dolaşırdım. Hala gönlümde ayrı bir yeri olan 90'lar Türkçe popunun neredeyse yarısı bizzat el sallardı klibinden... Şimdi o klipte kaç eksik var sayamadım. 11 yıl önce olduğuna inanamıyorum, daha dün gibi annemin bana üzgün üzgün "Barış Manço ölmüş" demesi. O gitti, adam olabilecek mi hala belli olmayan çocuklar büyüdü...

Büyüdük. Biz büyüdük ve kirlendi dünya. El salla el salla...