31 Ocak 2010 Pazar

hepimiz sanalız

Bir-iki gündür yine karşısında saatlerimi geçirdiğim interneti ve internet yoluyla iletişimi evirip çeviriyorum kafamda... Sonunda bütün düşünceler insanlarla ilişkilerimizin gittikçe -üstelik kendi isteğimizle- insanlıktan uzaklaştığına, ruhsuz ve sanal olduğuna varıyor. Tuhaf...

Tabii ki yurt dışında olanlarımızdan haber alabilme, iletişimi koparmama konusunda internetin katkılarını kimse tartışamaz. Erasmus'a gidenler gün be gün çoğaldıkça -herkes benim gibi aylar sonra başlamıyor tabii- bunu bir kez daha görüyorum. Aslında ilginç... Yani gidenlerden haber alma isteği, gitmeden önce çok yakın olduğum kişilerde artıyor sadece. Yoksa kendimi bildim bileli uzakta olduklarımla iletişimimi önemli ölçüde artırdığını söylemek zor. Onlarla uzaklık kanıksanmış bir yerde demek ki... Yakınındaki uzağa gidince hemen her türlü iletişim yoluna başvuruyorsun ama zaten uzakta olanla durumlar aynı kalıyor bir yerde... Mesela ben Berlin'e gidiyorum diye annem-babamın literatürlerine yavaş yavaş msn, webcam, skype gibi sözcükler dahil olmaya başlıyor. Oysa ki yıllardır ağabeyleriyle farklı şehirlerde hatta farklı ülkelerde yaşayan babamın bir kez bile telefondan öte bir iletişim aracına ihtiyacı olduğunu görmedim. Keza ben de Erasmus'a gidenler neler yaptı, ev buldu mu, ne yedi ne içti diye merak ederken, uzak oluşlarını benimsediğim kuzenlerimle arada bir -yıllar içinde mektuptan Facebook'a evrilen yöntemlerle- haberleşmekten fazlasını yapmadım hiç...

Haber alma yöntemi mektuptan Facebook'a evrildi demişken... Gittikçe daha da ruhsuzlaştığımızı söylemeye gerek var mı? Eskiden kuzenimden gelen mektupları ya da yılbaşı, bayram vs gibi günlerde gönderilen karpostalları açarken-okurken aldığım keyfi bir kez bile mailden, hele hele Facebook'tan alamadım ki... O eski keyif çoktan unutulmuş olacak ki sanal -ve ruhsuz- haberleşme araçlarımız günden güne artıyor. Facebook, Twitter, bloglar vs vs derken hepimiz sanal insanlara dönüşüveriyoruz. Yazdıklarımıza kendimizden bir şeyler katmak profile konan bir fotoğrafla ya da o an aklımızdan geçeni yazmakla olmuyor. El yazısı olmadan o ruh katılmıyor yazıya... Yine de boş bütün bu yazdıklarım... Bu saatten sonra, internetin hızı vs gibi avantajları olduğu sürece haberleşmenin eski, keyifli, insani haline geri dönmesini beklemek hayalcilikten ve geçmişte yaşamaktan ileri gidemiyor.

Neyse, yine başlığa uygun oldu bunlar da belli belirsiz sayıkladım yine. Mektup ve kartpostallara olan özlemimi de blogdan söyleyerek ironinin dibine vurmuş oldum, olmuşken bari somut olsun neler kaçırdığımızı göstersin...

Vakt-i zamanında Ortaköy'de bulmuş idim kendisini. Mekan, Galatasaray; yıl 1928

29 Ocak 2010 Cuma

namussuz tango!

Hiçbir işe yaramayacağını, kimsenin umrunda bile olmayacağını bilsem de bazı namus bekçilerine naçizane protestomdur.

2006 SG

27 Ocak 2010 Çarşamba

eskidendi çok eskiden...

Tatilde izlenecekler listemi ipin ucunu iyice kaçırdığım Mad Men ve Dexter'ın yanı sıra 67890. kez izleyip gülme krizine girmek istediğim I.T. Crowd, Coupling ve Friends ile doldurmuş, bunların yanına da 1 Kadın 1 Erkek'i eklemiştim. Ancak nedendir bilinmez kendimi bu saydıklarımın hiçbirinin yüzüne bile bakmadan saatlerce eski Türk filmleri izlerken buldum.

Şimdilik takıntım daha çok 70ler ve "ben klişeyim sonumu zaten biliyorsun" diye bağıran esas kız-esas oğlan hikayeleri. Sonlarını izlemeden de biliyorsunuz tabii ama zaten izlememiş olmak gibi bir olasılık da yok o yüzden hepsini zilyonuncu kez filan izlediğim muhakkak. Yine de her seferinde bakıp bakıp bugünlere nefret dolmama sebep oluyorlar bir kez daha. Bir kez daha tekrarlıyorum kendi kendime aslında yanlış zamanda doğduğumu...

Senaryolarda karakterler pek tabii sabit; esas kız-esas oğlan, kötü sarışın kız, "çok romantik oldu biraz da ülkenin durumuna selam çakalım" mottosuyla senaryoya itinayla yerleştirilen solcu kardeş. Kılık kıyafete baktığımızda kafam kadar renkli gözlükler, belde kocaman kemerlerin yanında bol bluz-uzun etek/tayt kombinasyonları, pür makyaj uyuyan kızlar, erkeklerin favorileri, Beatles kıyafetlerini tamamlayan John Lennon gözlükleri... Bunlar dıştan bakışta göze çarpıp bugüne saydırma nedenleri olabilir rahatlıkla. Ancak bir de bunun yanında o müthiş saflık... Bize -en azından bana- bu birbirinin üç aşağı beş yukarı aynısı filmleri tekrar tekrar izleten o işte. Sadece 3-5 kez uzaktan görüp uğruna her şeyi bir kalemde sildirecek aşkların varlığına olan inançtaki saflık, birbirine hayvanat bahçesinde randevu veren kız ve erkekteki saflık, olmazsa olmaz "sahilde yan yana koşma" sahnelerindeki saflık, birkaç dakika içinde kilometrelerce koşmak, sahiller boyu yüzmek ve dağlar tepeler aşmaktaki saflık, esas kız ve esas oğlanın kavuşmasını takiben mahalleyi saran sevinçteki saflık... Günümüzde olmayanı kısacası...

Neyse burada daha fazla duygusallaşmadan gidip 1-2 tane daha izleyeyim ben. Bu da benim gibi "çok geç doğduk çok geç" diye hayıflananlara gelsin:

Boğazında düğümlenen hıçkırık olayım
Unutma beni unutama beni
Gözünden damlayamayan göz yaşın olayım
Unutma beni unutama beni

Gölgen gibi adım adım
Her solukta benim adım
Ben nasıl ki unutmadım
Sen de unutma beni unutama beni

Bitmek bilmez kapkaranlık geceler boyunca
Unutma beni unutama beni
Ayrılığın acısını kalbinde duyunca
Unutma beni unutama beni

Sevişirken öpüşürken
Yapayalnız dolaşırken
Unutmaya çalışırken
Unutama beni unutama beni...

24 Ocak 2010 Pazar

her yerde kar var...

İdeal tatili sonunda buldum sanırım. 2 gündür buraları kutuplardan bir köşeye benzeten kar sağolsun evdeyim. 4. levent diyoruz, İstanbul'un göbeği diyoruz 2 saat kar yağınca bile hayat sekteye uğruyor şu anda ise resmen kurtlar inecek kıvamda. Haliyle bünyede tembellik zirve yapmış durumda. Gün boyu elimde içine sıcak içecek niyetine ne bulursam koyduğum kupamla netten dizi ve video izlemekten başka bir şey yapmıyorum.

Lakin bu anne-baba dünyası bir garip efem. Kar-buz demiyorlar, soğuk demiyorlar, haftasonu demiyorlar geziyorlar kendileri. Ben içim geçmiş halde onları izlerken, "Araba soğuktan çalışmazsa taksiyle gideriz." bile diyebiliyorlar valla. Serde gençlik var ne de olsa... Yarın ise annem evde anneler toplaşması gibisinden bir şeyler düzenlediğinden kendimi kapının önüne konmuş -daha doğrusu arkama bakmadan evden uzaklaşma isteği ile dolmuş- buldum. Sinema mı olur ne olur artık yarın bakacağız.

Bu kutup manzarasını ve bir tozutan bir sakinleyen ama hiç durmayan karı pencereden bakıp izlemek güzel olsa da insan dışarıdakileri düşünmeden edemiyor. Belediyelerin evsizleri sokaktan topladığı haberlerine ve kar dursa bile -en azından- şu dondurucu soğuklar sona ermeden yeniden sokaklara dönmek zorunda bırakılmayacaklarına inanmak istiyorum. Öte yandan haberleri izleyip artık klasikleşen "Bu yolu temizlemek belediyenin işi","Hayır, hayır bu yolu temizlemek asıl karayollarının işi","Biz karayollarına dedik temizleyelim diye ama dinlemediler" kavgası sonucunda koskoca Boğaziçi Köprüsü'nün buz tuttuğunu görmek/duymak da saç baş yoldurdu yine yeni yeniden...

Son olarak iki not. Birincisi, düşen ilk kar taneleriyle babanın -bu anı ellerini ovuşturarak beklediğinden- hiç zaman kaybetmeden yaptığı tahin-pekmez bir kez daha tarafımdan ideal kar yiyeceği seçilmiştir. İkincisi ise bu zırva tespitimden çok daha önemli ve aslında daha çok bir rica... Bu soğuk günlerde, karlar eriyene kadar sokaktaki insanlar için endişelendiğimiz gibi hayvanların yaşadıkları zorlukları da göz önünde bulunduralım, onların da hayatını kolaylaştırmaya çalışalım lütfen. Unutmayalım ki kuşlar için, camın içine konacak bayatlamış bir ekmek parçası ya da bir avuç bulgur altın değerinde...

22 Ocak 2010 Cuma

tatilin aslı, tercümesi ve iki fotokopisi

Geçen salı finallerin bitişiyle rahaaaat bir nefes alma hayalimi Erasmus bürokrasisi sağolsun bugüne erteledi. Finallerden sonra "Bir süre not, kağıt, kalem görmek istemiyorum." havalarındaki bünye gerçeklere dönüş yapıp evrak işleri için görmek istemediği kağıtların arasında boğulmak zorunda kaldı.

İki gündür kendini işine vermiş bir ofisboy misali konsolosluğa verilcek ıvır kıvır bir sürü belgenin ikişer fotokopisini çekmeye adadım kendimi. Tabii bir de üstüne basa basa o belgelerin bir bölümünün tercümesinin gerektiğinin söylenmesi, o tercümelere ve noter onayına para ve zaman akıtılması; ancak bugün sabahın köründe gittiğim başvuru sırasında "Tercüme mi? Ne tercümesi?" cevabı almam var ki başlı başına sinir sebebi... "Varlığını kanıtlamak için doğum belgesini de istiyorlar tercümeli olarak." ve "Kendimi de tercümeletip iki fotokopi alacağım" gibisinden sulanmış beyin esprileri de iki gündür dilime pelesenk olmuştu ama neyse ki bitti. Ne olursa olsun artık kolayladık işleri sanki. Uçak bileti tamam, yurttan onay geldi, en sıkıcı kısım olan vize de beklemede... Henüz bu gidişe dair hiçbir şey hissetmesem ve sanki yıllar yıllar sonraymış gibi gelse de o da zamanla hallolur herhalde.

Finaller sonrası özlenen A4 boyutlu kağıtlardan uzak tatil moduna bu sabah itibariyle kesin dönüş yapmış bulunuyorum. Dönem sırasında okunamayan tüm kitaplar, izlenemeyen tüm filmler ve Mad Men korkun benden!!! :)

17 Ocak 2010 Pazar

denizin beklediği...

Özledim. Kafamda ders, dert, endişe, kaygı taşımadan; bıkkınlık ve yorgunluktan uzak bir şekilde denizi seyretmeyi özledim. Deniz kenarında oturup bir denize bir gökyüzüne bakmayı özledim. Denize karşı dondurma yemeyi... Güneşin içimi ısıtmasını da özledim, yağmurun yüzümü ıslatmasını da, çocuklar gibi mutlu mutlu karlarla oynamayı da. Çoğu kez çelişkilerle doluyum evet ama bu sözlerimde değil. Zira tüm bu saydıklarımdan zevk almayı özledim asıl, hepsinin tadını çıkarmayı...

Yaklaşık 10 gün kadar önce bu dönem ilk kez -o da mecburen, bankada hesap açtırmak için- indim burnumun dibindeki Bebek'e. Bankta da oturdum, dondurma da yedim denize de baktım. Ama beklediğim bu değildi. Eskiden ha bire inmek için can attığım Bebek sahiline, vakitsizlikten ve kendime özensizlikten aylar sonra ilk kez zorunlu olarak gidince onun da havası kalmadı. Balıkçılar keyifsiz, dondurma tatsız, deniz mutsuzdu. Bir şeyden keyif almak için çıkmıyorsan yola, o keyif zorunlulukların arasına sıkıştırılamazmış meğer... Keyifli günlerin tadını özledim.

Daha saydam günlerde, yalnızlığın giremediği kahkaha dolu evlerden çıkıp beklenen kırlangıçlara varmayı istiyorum, denizler gibi...

Denizin Beklediği

Seni sevmek mor denizlerdi biraz.
Ne kadar gidilse bir o kadar bitmeyen.
Umutlar ve yıkılmalar ardında direnilen...
Seni sevmek mevsimler içinde en güzel yaz.

Seni sevmek yaşamanın aşılmaz büyüklüğü,
Seni sevmek kan dolu yüzyılları korkutan,
ve sığınıp ılık kıyı kentlere biraz akşam
Seni sevmek çocukların düşlerinde gördüğü.

Varılırdı daha saydam günlere isteseler,
İsteseler yalnızlık giremezdi evlere.
Seni sevmek bir kırlangıç olacak bekleseler,
ve uçacak durmadan adasız denizlere...

Kim bulacak cam kırığı gözlerinde sevgimi
sonra, yalnız kalmak gibi yoksulca uğuldayan
bütün okyanusların baş eğdiği tek kaptan...
Sana verdim geç diye denizlerimi...

Afşar Timuçin

16 Ocak 2010 Cumartesi

İki gece, bir gün

Sınavlar arası gezmek tozmak, bir şeyleri kutlamak dağıtmak, eğlenmek gibisi yok... Uzun süreli bir durgunluğun ardından başlayan doğumgünleri ve aylar sonra yeniden buluşmaların tadı anlatılmaz yaşanır.
Bahsettiğim anların ilki dün geceydi, aylar sonra bizleri tam kadro, hep beraber yeniden bir araya getiren bir doğumgününde. Gecenin sonunda, o geceyi "En iyi doğumgünlerimdendi" diye tanımlayan ve gelecek için en kötü doğumgününün dün geceki olmasını dilediğim Meltem'e aitti o gün. Aylardır karambole kapılıp kendimizi unuttuğumuz, tesadüf müdür bilinmez en son yine Meltem'in bölüme geçiş kutlamasında, dün geceki kadar olmasa da, böylesine kalabalık beraber olma fırsatı yakaladığımız için kızdık kendimize. Ne zamandır hepimiz ihmal etmiştik kendimizi ve birbirimizi ama zamandan çalma sırası bizimdi artık. Hiç zorlama olmadan, herkesin içtenlikle orada bulunup, gülüp eğlenip, sohbetin tadına vardığı günlerin ne kadar özlendiğini fark ettim dün gece bir kez daha... Tekrar iyi ki doğmuş diyorum, iyi ki var ve bizleri aynı çatıda toparlamış...

Ertesi gün sınavlar arası moladan faydalanıp insan formuna geri dönme çabalarımla başladı. Sıcak bir duş, güzel bir kahvaltı, gazeteler... Gün içinde bilgisayar başında boş boş geçirilen saatler ve tekrar dışarı çıkma telaşı. Aylardır görülmeyen ancak kıtalarca uzakta olsa da varlığı hissedilen bir dost için... Ve onunla beraber yıllardır tanışmamıza rağmen ilk kez oturup adamakıllı sohbet ettiğimiz, şişenin dibine vardığımız iki yeni insan... Bir yanımdaysa yılların dostu, can dostu, zamanında içip içip uğruna "Ben sizi çok seviyorum yeaaa en iyi arkadaşlarımsınız siz" naraları atılanlardan biri... Ve tüm bunları takip eden, etrafı çınlatan kahkahalar... Ekin'e böyle bir zaman kısıtlaması yok belki ama bunların tümü buralara bir sonraki dönüşüne kadar yine seni bekliyor Yasemin...

Yıllar önce de demiştim, özlediklerimize bir fotoğraf kadar uzaktayız...





12 Ocak 2010 Salı

Sinir Savaşları

Şuna eminim ki stres bana yaramıyor. Bir yandan gelecek sınavın özetini yetiştirme, bir yandan yarınki sınava çalışma telaşı ve şu anki duruma göre ikisini de yetiştiremiyor olmanın verdiği sıkıntıyla barut gibiyim. Bu zamanlar iyice kireç rengini alan yüzümün her yanından sivilceler fışkırmaya başladı yine... Dünden beri suratım beş karış asık, saç baş dağılmış, homur homur homurdanarak dolaşıyorum etrafta. Hani civarda küçük bir çocuk filan olsa ve beni görse rahatlıkla elindeki kitaplardan fırlamış bir cadı sanabilir, zaten dediğim gibi saçlar da müsait...

Vize-final dönemleri insanlıktan çıkarıyor hepimizi o gerçek. Bütün bu tempoya rağmen hala eli yüzü düzgün dolaşan, uykusuzluktan gözleri çizgi haline gelmemiş, gözlerinin altına morluklar yerleşmemiş olanlarımızı ise çoktan bir insanüstü varlık, bir übermensch olarak kabul ediyorum, takdir ediyorum, hayranlıkla izliyorum...

Madem bu gecemin adı American Foreign Policy, bari havaya uyalım, konseptimizden çok uzaklaşmayalım. Ama şu kasvetli havayı biraz dağıtayım diyorum. Müziğin yanına hareket de gelmeli... Müzik, dans, tempo... Mazzarie'ye sevgilerimle, West Side Story'den America gelsin bakalım.



ps: Go on guys! :P

11 Ocak 2010 Pazartesi

(500) Days of Summer

Birkaç ay önce 4 kız olarak gittiğimiz 500 Days of Summer, kimimizi mutlu etmiş, kimimizi kızdırmış, kimimizi hüzünlendirmişti ve sonunda 4 kafadan 4 farklı sesin çıkmasına neden olmuştu. Film çıkışında "dalgalandım da duruldum" modundaki ruh halimizle acaba Tom mu haklıydı, Summer mı haklıydı ekseninde über mantıklı konuşmalar yapmıştık. Metroya ilerlerken etrafımızda kim vardı bilinmez ama sürekli birbirini bastırırcasına konuşan bu 4 kızdan hoşnut kalmadığına eminim.

Peki, kaç ay sonra neden hortladı bende 500 Days of Summer? Geçtiğimiz hafta, filmin pek bir beğendiğim müziklerinin sountrack albümünü aldım. Final haftasında olmanın verdiği dengesizlik durumu tam da böyle bir albümün her biri ayrı bir duygudan dem vuran şarkılarıyla katlanır olurdu zira...

Albümün girişinde filmin başında söylenen sözler yer alıyor. Yani you should know up front, this is not a love story...

Filmde başroldeki Tom'a "the Smiths-fan" lakabını veren The Smiths'in albümde 2 şarkısı var. Sovyet doğumlu bir Amerikalı olduğunu okuduğumdan beri kafamda çelişkiler insanı olarak yer eden Regina Spektor'ın da keza aynı şekilde... Benim için albümdeki duygusal dalgalanmalar There's a Light That Never Goes Out ile başlıyor. Yumuşak bir ses tonu ve "To die by your side is such a heavenly way to die..." Ama durmak yok hemen hareketleniyoruz, Bad Kids... Bir süre bir hızlı bir hareketli giderken, kafasına ne düştüyse bir an önce kendisine gelmesini dilediğim Carla Bruni giriyor araya; "C'est quelqu'un qui m'a dit que tu m'aimais encore. Serais ce possible alors?" Umutlarımız tavan yapmaya başladğındaysa Regina Spektor'ın sırası geliyor ve Allah belanı versin edasıyla "We're trying to be faithful but we're cheatin' cheatin' cheatin'..." dedikten sonra öfkesini sindirip ekliyor; "I'm the hero of this story don't need to be saved, no one's got it all..." Tam bu depresyona alışmaya çalışırken yine umutlanmaya başlıyor şarkılar; She's Got You High, Here Comes Your Man derken bir The Smiths şarkısı noktayı koyuyor: Please, Please, Please Let Me Get What I Want

Şahsen ben sonra replay'e basıyorum yeniden. Finaller müziksiz çekilmiyor...
"You don't need to know what I do all day
It's as much as I know watch it waste away..."

10 Ocak 2010 Pazar

dünyanın çivisi çıkmış!

Anneannemle her zamanki gibi gazetetelerin eklerini karıştırıp "bu kim tanıyor musun?" tarzı sorularla beyin jimnastiği yaparken bol bol söyledi yine canım benim bu cümleyi: "Aaa yok valla dünyanın çivisi çıkmış!"
"Bu ne bu ne? Dizilerden aldığınız paraya dua edin demiş birilerine... Ne kadar alıyorlar ki kimbilir?"
"Baya alıyorlardır anneannem... 20 filan vardır haftalık...
"20 mi! Yok yok şaşırmış bunlar... bu ne? ne yazıyor bak, victoria be.. nasıl okunuyor bu? neyse 1 milyon dolarlık alışveriş yapmış! cıkcıkcık! savurun savurun paranızı tabii dünyanın çivisi çıkmış! cık cık rezillik..."
sonra baktı ki bu çivisi çıkık dünyadan bize hayır yok, uzun uzun yemek tariflerini okuyup huzur buldu. Avrupa'da buz kesmiş sokakların resimlerini gördü, buraya da gelir mi diye düşündü; "dışarıdakiler üşümesin yazık..."

eve geldim, american foreign policy beni bekler özeti de ellerimden öper. konu ne mi? "reagan and the evil empire" tesadüf mü, şaka mı bu derken aklıma geldi yine: dünyanın çivisi çıkmış!

ilk...

son ana gelmeden bir işe başlayamayan, paçası tutuşmadan odaklanamayan benim, daha az sıkışık bir dönemde açmam da beklenemezdi herhalde bu blogu...
olmuş bir kere n'apalım artık. hoşgelmişim...