31 Temmuz 2010 Cumartesi

annneeee bittiiiiiiii

Aynen böyle bağırmak istiyorum işte şu an, ne yaptıysam yaptım ve: Anneeee bittiiiiii!

Yaklaşık bir haftadır evden dışarı sadece caddenin karşısındaki markete gitmek için çıktıktan, onun haricinde odaya kapalı, sandalyeye yapışık, gözler bilgisayar ekranına dikili şekilde yaşadıktan sonra nihayet bitti. Ödev bitti, FU serüveninin de benden istenenler kısmı bitti. Şimdi bir şeyler isteme sırası bende, "Schein"larımı ver FU!!! :)

Böyle neşeli konuştuğuma bakmayın efem, aslında son derece yorgunum ve balataları da dün gece kesin olarak sıyırdım sanırım. Sabaha kadar oturup 15 sayfanın 14'ünü bitirdikten sonra nedendir bilinmez paranoyağa bağlayıp "ya bilgisayara bir şey olursa?!" dedikten sonra işimi sağlama alarak ödevi usb'ye attım. Sonra da normal insanlar için sabah benim yarasa saatlerim için gece vakti rüyamda s-bahn'da (ne alaka?) laptop'u çaldırıp (bu ne alaka? laptop'un yanımda ne işi var? benim ne menem bir bilinçaltım var? bunlar sorulası sorular tabii) gene de "yok yok ödevi usb'ye atmıştım, önemli değil!" diyebilecek kadar kendimden geçtim. Bozulan psikolojimi bundan sonra Berlin'e havale ediyorum, nasıl bozduysan beni öyle düzelt şu son iki haftamda Berlin! Ve evet resmen "Berlin'den dönmeden önce yapılacaklar listesi"ni gündemime alıyorum şu andan itibaren. Sıradaki!

Ben kendimi artık içinde bulunmaya dayanamadığım odamdan dışarı, sokağa, insanların arasına atarken, bu resim de burada duruversin bakalım, "nasıl insanlıktan çıktım?" serimizden bir bölüm niyetine...

27 Temmuz 2010 Salı

schlachtensee'den...

4 aylık evimiz, şehre uzaklığından nefret ettiğimiz, bizi bir arada tutup yeni insanlarla -ormanın (!) ortasında haliyle- kaynaştırmasını sevdiğimiz, karışık duygular beslediğimiz, millet gölde yüzmek için çıldırırken bizim pis bulup yanına yanaşmadığımız Schlachtensee'mizden bildiriyorum. Boğaziçi'nin Schlachtensee'de kalan son temsilcisi olaraktan.

Cumartesi Ceyda ve Ege'yi yolcu edip dün de Yaprak'ın ardından suyunu döktükten sonra Schlactensee'nin ağaçları, kuşları, böcekleri bana kaldı. Kapıyı çalanlara "gel gel" dememin ne kadar manasız olduğunu gördüm dün, burada beni anlayan kalmadı zira.. Son kalan, ve maalesef ekonomi üzerine olması sebebiyle "neden ben??!" çığlıkları attıran paper'ımı yazmak için de eve kapanınca önümde iki seçenek kaldı: Ya susmak bilmeyen kuşlara uyup kuş dili öğreneceğim ya da evdeki Yunan misafirlerin artması ve her köşeden Yunanca duyulması nedeniyle Yunanca'yı sökeceğim. Buraya geldiğimedn beri kuşlara garez beslediğim için ikincisi daha mantıklı ve eğlenceli görünüyor sanki...
Biri paper mı dedi? Hmm şey o da olur canım neden olmasın?

Ben çalışma-çalışmama stresimin arka fonuna 90lar radyosunu uygun gördüm bu aralar... Fonda çocukluğum çalıyor.. Ama buranın fonunda, artık benimle söyleyecek kimse kalmayınca unutulmaya başlayan Berlin'de son günlere adadığımız türkümüz çalabilir mesela:

26 Temmuz 2010 Pazartesi

love parade?

"Love Parade" kavramını, organizasyonunu ya da her neyse işte onu ilk duyduğumda lise hazırlıktaydım. Lise yıllarının kabus Almanca kitabı Moment Mal!'den bir bölümdü benim için... Benim için Love Parade, suyu çıkarılarak yapılan sınavda bütün sınıfın dökülmesi demekti. Üstünden yaklaşık 8 yıl geçmiş de olsa, hemen hemen hepimiz hatırlarız o sınavdan kaç üzerinden 1 aldığımızı hala (16), tıpkı sınıfın en yüksek, efsane notunu (42) hatırladığımız gibi... Love Parade lise yıllarının nefret anlarından sadece biriydi. Erasmus için Berlin'e geldiğimde 17. Juni Straße'nin ne zaman yakınından geçsem ya da konusu açılsa yüz ekşitme sebebiydi.

İşte tam da bu Berlin'de Erasmus münasebetiyle ve yine oldukça münasebetsiz bir şekilde yine hayatıma girdi Love Parade bu akşam... Yaşanan izdihamdan dolayı ölenler olduğunu dün öğrenmiştik dün gerçi. Ama benciliz işte, yakından duymayınca, acısı yakına gelmeyince inanmıyoruz sanki ya da gerektiği kadar sarsılmıyoruz belki de. Yaklaşık 1 saat önce ölenlerden birinin, bi ev arkadaşlarımızın Münster'de Erasmus yapan arkadaşı olduğunu öğrendik. Ve evet sarsıldık... Biz de Erasmus'uz, oraya gidenler arasında bizim de arkadaşlarımız vardı... Ya da aslında Berlin'de yapılsa son birkaç yıla kadar olduğu gibi, bir ihtimal biz de orada olacaktık. Hadi o olmadı, burada az mı gittik böyle festivale, Karneval der Kulturen senin 1 Mayıs benim derken? Aslında ne kadar çok şeyi kılpayı kaçırıyoruz hayatın akışında, belki de kılpayı yaşıyoruz çoğu kez hatta...

Elena'nın arkadaşı kurtulamadı bu kez kılpayı. Aynı yaştaydık oysa, yaşayacağı daha çok şey vardı. Evine dönmesine 1 hafta kalmıştı. Son bir kutlama yapmak istemişti sadece belki de. Ve şimdi... Kimseye yakışmıyor ölüm ya, hele de böylesine diyecek bir şey bulamıyor insan. Çok bile dedim aslında ama yetmiyor. Love Parade benim için sözün bittiği yer artık...

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Berlin'i içselleştirmek

Dönüş tarihi kesinleşti... 16 Ağustos sabah saatlerinde, İstanbulum'a kavuşmuş olacağım bir terslik olmazsa. Sevinç ve heyecanla bekliyorum efem...

Berlin cephesindeyse ilginç ve hüzünlü anlar yaşanıyor aslında. Geri dönüşler çoktan başladı, hafta sonu gidenlerin ardından el sallamakla, içimizi burkmakla geçti. Pazar ritüeli Mauerpark'a gidip büyük tezahüratlarla, çocuksu bi mutlulukla aldığım; bir süre düzenli kullandıktan sonraysa tembelliğe vurup ihmal ettiğim bisikletimi de yeniden sattım haftasonu. Bu hafta da bir yandan bitmek tükenmek bilmeyen ödev telaşı bir yandan da Ege, Ceyda ve Yaprak'ı uğurlamakla geçiyor ve geçecek. Onlar gidince Berlin iyice boşalacak gözümde, bir yanı eksik kalacak hep. İçim buruk, içim tuhaf, elde var hüzün...

Bugün Almanca sınıfından arkadaşım Katarina'nın Facebook'unda gördüğüm -ders miktarıyla Facebook'ta geçirilen zamanın artışındaki uyuma dikkat!- "Sanki daha dün geldim buraya ve sanki yıllardır buradayım..." sözü, Berlin günlerimizin özeti adeta. Daha yapılacak çok şey vardı, yeni gelmiştik. Ama tadında kalmalıydı, yıpratmaya başlamıştı Berlin bizi, sanki yıllardır buradaydık...

Giderayak Berlin gerçekten de içselleşti bizde, alıştık buralara, Berlin'i de sevdik hatırı kalmasın muhabbeti bir yana bu durumun somut halini de yaşadık geçen gün. Yaprak'la hararetli hararetli konuşup kendimizi rastgele - ya da içgüdülerimizin yönlendirmesiyle- bir U-Bahn'a attıktan sonra, "Dur ya biz n'apıyoruz, bu tren nereye gidiyor, hiç bakmadık" diyerek kafamızı kaldırdığımızda, doğru trene bindiğimizi görüp hayrete düştük. Ey Berlin'in labirent bahn sistemi, sen de bizim bir parçamız mı oldun artık ne?

Son olarak söylenmeli ki, durup durup birbirimize bakarak söylemeye başladığımız şarkıların da karakteri değişti bu aralar... İlk aylarda, moralimizi bozan türlü olumsuzluklara karşı durabilmek için yüksek sesle söylediğimiz neşeli ritmler, yerini mırıldanmalara bırakmaya başladı. Bu aralar Berlin repertuarımızda Mamak Türküsü açık ara önde...

"Geldiğimizde otlar yemyeşildi,
Ve kuzeydeydi güneş...."

15 Temmuz 2010 Perşembe

az biraz nostalji

Facebook nelere kadirsin. Ders çalışmamak uğruna her şeyi yaparken dün beni bu videoların karşısına çıkardın yüzümü güldürdün resmen. Gündüzün tersliklerini geride bıraktıktan sonra buraya da videoların bağlantılarını koyuyorum şimdi, siz de bakın, çocukluğumuzu hatırlayın. Ve gülümseyin...

sezon 1

sezon 2

sezon 8

Jess Dayı'yı sevin, araları da kendiniz tamamlayın:)

14 Temmuz 2010 Çarşamba

terslik terslik üstüne

Eveet sabahtan beri her işi ters giden Ebru kendini kapattığı kütüphaneden bildiriyor efem:
Sabah yarım saatten fazla otobüs bekledikten sonra kendimi kütüphaneye attım. Öğle yemeği için kütüphaneden çıkayım derken fark ettim ki öğrenci kimliğim yok! Kütüphane girişinde gösterdiğim için burada bir yerdedir dediysem de bulamadım, kütüphaneyi herkesi sinir edene de dolaştıysam ve önüme gelene sorduysam da dört duvar mekan içinde en hayati şeyimi kaybettiğim gerçeğiyle yüzleştim artık. Kayıt belgem yanımda o yeter diyerek Mensa'ya yemeğe gittiysem de, bu sefer kasiyerin benden kimlik ya da pasaport istemesi üzerine bir de onunla kavga ettim. (Pasaport kütüphanede dolaptaydı zira) Neymiş efem kayıt belgesinden anlamıyormuş onun ben olduğumu, kimlik lazımmış. Şu üç ayda bir kez öğrenci kartının yanında kimlik istemediler benden. Öğrenci kartından çok mu anlıyorlar acaba, sanki onda resim var, sanki onun görünümü farklı! Nato kafa nato mermer ama, es geht nicht!... Ha yemekler de buraya geldiğimden beri ilk kez bu kadar kötüydü ayrıca yarısını bile yiyemeden kalktım geldim, hoş sinirden açlık da gitti zaten.
Bu sinir anca beni bekleyen 15'er sayfalık iki paper ile atılır belki dedimse de daha sadece 1 sayfa yazabilmiş olmak pek de iç açıcı yapmıyor durumumu. Ve de şimdi de tam karşımda bir örümcek bir oraya bir buraya salına salına yürüyor aman ne güzel. Sırada ne var?

Mazeretim var,
Asabiyim ben...

huzur...

"Evvel zaman içinde dostlar,
Ağaçlara ev kurardık
Tatlı bir düş içinde
Bir yere bir göğe bakardık.
Gönlümüz kuş gibiydi dostlar,
Dünyaya kanat açardık
Tutsak değildik zamana
Başına buyruk yaşardık..."

Hayır aslında çocukken ağaçlara ev kurmadım ben... Ama gerisi az çok doğru. Dün Yaprak'ın doğumgünü sebebiyle Tiergarten'a gidip piknik yaptık. Sıcaklar münasebetiyle akşam pikniği oldu biraz ama Berlin'in koordinatları sağolsun hava 10 buçuğa kadar aydınlık buralarda nasıl olsa. Ve evet dün sıcaktan sararmış çimlerin arasında örtümüzün üstüne uzandım karıncalarla birlikte... Fonda güzel müzikler çaldı... Ben bir yere bir göğe baktım... Yıllar sonra yeniden çocuk gibi bulutların şekline anlamlar yüklemeye çalıştım... Parmaklarımla uçan kuşları takip ettim... Etrafımızda adeta bir daire çizip de üstümüze yağmayan ama şimşekleriyle ve gökgürültüsüyle ortama ayrı bir anlam katan yağmur dolu bulutlarla huzur buldum dün...

Dün yağmur üstümüze yağmadı. Ama "günebakan düşlerimiz yağmur sesiyle çoğaldı" biraz daha. Yaprak bir yıl daha yaşlandı, benim cümlelerim hala yarım, hala "denizini arayan akarsular" olmaya devam ediyoruz. Günebakan, göğe bakan, düne uyan her şarkıya teşekkürler.

Dönüş yaklaşıyor adım adım. Nostaljik ve melankolik takılmalar da artıyor haliyle...

5 Temmuz 2010 Pazartesi

koş koş koş

son günleri özetlemek gerekirse yine sayıklama tarzı şeyler çıkıyor karşımıza.. eh alışmışsınızdır artık herhalde diyorum:)

Önceki hafta bütün hafta boyunca ders çalış, çalış çalış yine çalış, dön dolaş yine paper'a gel şeklinde geçti. cuma günü bu ruh haliyle şalteri indirdim ve ver elini Amsterdam... Ve fakat ilk izlenim: "ee ben yanlış yere geldim sanki, burası Amsterdam değil de uzakdoğu filan olmasın? Uzağa uzağa daha uzağa derken turunculara karışmışız da?!" Olayımız Hollanda'nın Brezilya'yı elemesiydi efem, her taraf turunculara boyandı: Hup Oranje, oh yeah!

Sonra ver elini Rotterdam, bu sefer de Tour de France'ın başı... Trendeki abiler "Kimi tutuyosunuz Tour de France'da?" dediğinde "eee şey bilmem ki.. " diyerek kekelemek, "Lance Armstrong?" dediklerinde "O bırakmamış mıydı?" diyerek iyice cehaleti kanıtlamak... "Niye gidiyorsunuz ki o zaman Rotterdam'a?" ezişi karşısında da "eee biz şey kuzenimi ziyaret edeceeedik, bi karpuz kesip döneceeedik" diye savunmaya geçmek... Dönmüş ama yine bırakıyormuş Armstong da bu arada, bu son yarışıymış meğer... Sonra haliyle onca insanın arasından yer kapma telaşı, fotoğraf-video çekme telaşı... Çektin mi derseniz çektim, gördün mü derseniz göremedim, geçen neydi anlayamadım... Bu sırada tabii ki bir Ebru klasiği olarak ayakların davul olması, şişmesin diye giyilen basınçlı çorapların bacaklara resmen kan oturtması...

Sonra yine Berlin yine paper... Ve şimdi de bir hafta kadar mola.. "Ekinciim"le Özge'yi biraz sonra havaalanından karşılamaca ve 1 haftalık mutlu Berlin turisti moduna geri dönüş...

anlayacağınız Ebru var şimdi koşmak...