27 Ağustos 2010 Cuma

karışık...

Bazen yaşananları, ağızdan ya da kalemden çıkan sözleri düşünüyorum da soruyorum kendime: Acaba insanlara hak ettiklerinden fazla mı değer veriyorum yoksa başkalarına verdiğim değerin karşılığını göremediğim için mi sinirleniyorum?

Sanırım "Ben olsam şöyle yapardım o yapmadı", "Ben onun için bu kadar uğraştım o umursamadı" ya da "Ben olsam bunu demezdim ama o dedi" çocukluğundan kurtulmak gerek artık. Zaman geçiyor ve hepimiz değişiyoruz her gün, her an. "Ben böyle yapardım" ile değerlendirmemeli başka insanları ve onlardan gördüğümüz değeri... Yoksa sonu boşu boşuna sinirleri yıpratmak olacak. Elindekiyle yetinmeyi bilmiyorsan ve gemileri yakmak da istemiyorsan susup oturmayı bilmek gerek sanırım.

Tezer Özlü güzel demiş zamanında zira, "Aynı dili konuşan iki kişi yok!"

21 Ağustos 2010 Cumartesi

yoğurdu sarımsaklamak...

Son hız İstanbulum'a kavuşmuş durumdayım, pek bir mesudum efem. Berlin gerçekten bir masaldı sanki, gerçekten yaşandı mı şüheye düşüyorum bazen. Orada edindiğim arkadaşlar dürtüyor mesajlarıyla da gerçek olduğuna emin oluyorum tekrardan... Bir de arada bir serbest çağrışımla gözümün önüne gelen Berlin anıları var tabii, güldüren, gülümseten...

İstiklal'de bir büfe görünce Dirk geliyor mesela aklıma. İlk ayki kabus evimin karşı komşularından -evin üyelerinden biri haline gelmiş bir komşu(!)- Dirk'in anlattığı İstanbul maceralarından bir sahne... Şöyle ki, Dirk birkaç yıl önce o zamanki sevgilisiyle birlikte kızın Erasmus'ta tanıştığı Türkleri ziyarete İstanbul'a gelir. Anlattıklarından çıkardığıma göre Beşiktaş ve Nişantaşı civarlarında konaklayarak ve hali hazırda İstanbullular tarafından gezdirilerek son derece kaymak bir tatil geçirirler. Bir gece kahramanlarımız İstiklal'de tek başlarına o bar senin bu bar benim şeklinde gezip eğlenirler ve haliyle kafalar bir dünya olur. Ama bu kadarı onları kesmemiştir, o halde bira aramaya başlarlar. Çok da zor olmaz, hemen bir büfenin önünde bulurlar kendilerini ve fakat büfeciyle ne konuşacaklarını bilememektedirler, zaten bilseler de hatırlayacak durumda değildirler. Bu gelgitler içinde Dirk büfeciye hatırlayabildiği tek Türkçe cümleyi söyler: "Şu yoğurdu sarımsaklasak da mı saklasak, sarımsaklamasak da mı saklasak?" Büyük ihtimalle bir turistten bunları duyunca hayatının şoklarından birini yaşayan büfeci, gülme krizini atlattıktan sonra (Dirk'in deyimiyle "er hat kaputtgelacht" zira) iki birayı kahramanlarımıza uzatır, para filan da almaz. Öte yandan bu durum İstanbul'u konu mankeni turistlerimizin gözünde "rüya şehir" yapmaya yetecektir.

Meraklıları için söyleyeyim Dirk yarım yamalak da olsa hala bu tekerlemeyi söyleyebiliyor- en azından yaklaşık 5 ay önce söyleyebiliyordu... Anlamını da biliyor... Ben ise İstiklal'de gördüğüm büfelerde bu hikayeyi hatırlıyorum artık. Sonrasında muhteşem WG'min de aklıma düşmesini engellemek için başka şeyler düşünmeye yönelsem de:)

Hani derler ya, "bu da böyle bir anımdır" işte.

bir kuple...

...

Uyu ağır uykunu
Taşların altında ve su isteğinle kal.
Geniş bir avluda gece kapanan kapıların ağırlığı.
Sürecek olan dilsizlik.
Rüzgar tırmalıyor kapını
Aşk uzakta.

...

Çok sade, çok direkt geldi bu dizeler. Çok da tanıdık sanki...

(Onun Çölünde / Bejan Matur)

16 Ağustos 2010 Pazartesi

orda mıyım burda mıyım?

Döndüm!

Çok inanılmaz geliyor şu an sanki hala Berlin'deymişim gibi... Sanki yine uyanıp yığınla kağıt işi peşinden koşacakmışım gibi.. Gibi gibi...

İnsanın her şeye nasıl kendini uydurduğunu görmek beni korkutuyor. Son 4.5 aya göre yatağım yüksek, masam alçak, ışık ters yerde. Nasıl da otomatikleşmişim, nasıl da "makinalaşmışım" meğer. Bilmezdim ya da inanmazdım diyelim.

Rötarlı ve uykusuz bir uçuş ve sersem bir kafaylayım ama sürekli bir sırıtma var yüzümde. Sabah kahvaltısında çay (suyunun tadının güzel olduğu, çayın çay gibi tat verdiği bir çay), simit, anne elinden kek, özellikle son günlerde dilime pelesenk olan tost, sonra öğlen ıspanaklı kiş ve güllaç, akşam dolmalar. Aile saadeti yaşıyoruz ben ve midem:)

Söylenecek çok şey var ya da hiçbir şey yok aslında. Bir doğru dürüst uyuyup uyansam daha düzgün cümleler kurabilirim belki... Ya da yine tembellik ederim, başkaları kurar benim için.

Evime, şehrime, trafiğine, kalabalığına, ve sıcağına; İstanbulum'a

"Anladım ki hiç kimse, hiç kimse sen değil..."

14 Ağustos 2010 Cumartesi

berlin neydi?

Eveet buz gibi ve yağmurlu son günümde içimdeki tüm dışarı çıkma isteğini öldürünce sen, şöyle bir düşündüm de neydin ki sen Berlin? Berlin neydi?

Bokdonduran soğukları: Madem soğuktan başladık, başa bunu koyalım. Ekşisözlükten aşırdığımız Berlin tanımımız. Bize burada hepi topu 2 hafta yaz, 2 hafta kadar da bahar yaşatıp geri kalanını bokdonduran soğukları kıvamında geçiren bir şehirdi Berlin. Sahi, biz yaz dönemine gelmiştik değil mi?

Caipirinha: Bir içecek olsaydı Berlin, bence Caipirinha olurdu boşuna Berliner Weisse serileriyle uğraşmasınlar. Brezilya'ya kafa tutar Berlin Caipirinha konusunda... Her köşeden mi çıkar Caipirinha yahu? (Bir de Caipiroshka versiyonu var bunun ama cıvıtmamak gerek diye düşünüyorum.) Diğer kokteyllere göre ucuz, tadı da genellikle -istisnalar kaideyi bozmaz- güzel. Resmi Berlin içkimiz Caipirinha'ydı.

Perşembe günü=müze günü: Ha cidden perşembe günleri gözümüz dönmüş bir şekilde müzelere mi saldırdık, tabii ki hayır. Ama gitmek istediğimiz müzeler için perşembeleri seçtik hep en azından. Müzeye mi gidilecek? Orda bir perşembe var uzakta, o perşembe bizim perşembemizdir. Gitmesek de, görmesek de...

Pfand oh pfand: Bir ara her yerde olan Eurovision şarkısı Satellite, (bizden başkalarının da hala bunu ciddiye aldığını görmek de rahatlatıcıydı bu arada...) Schland oh Schland'a evrilebildiyse, ben de kendisini "Pfand oh pfand! Wir sind von dir begeistert" diye yorumlamak isterim şahsen. Bize ne yaptın böyle Berlin ki, "Dur! Naayır nolamaz natamazsın onun pfand'ı varrr!" dramaları yaşadık hepimiz??

Çiçek paketi: Evet senin bir de böyle garip bir huyun var Berlin. Ne istiyorsun zavallı çiçeklerden anlamadım gitti. Bir buket çiçek alıyor insan resmen hediye paketi gibi sarıp sarmalıyorlar çiçekleri, ne çiçek görebiliyor insan ne yaprak. Elinde bir buket çiçek yerine eciş bücüş açık mor paketler taşıtıyorsun insanlara... Halbuse biz de yoldan geçen naçizane insanlar olarak görsek o başkalarının elindeki çiçekleri, şöyle senin grilerinin arasına iki damla renk düşse fena mı olur Berlin he?

Frida Kahlo: Renk demişken, Berlin'deki Frida Kahlo çılgınlığını da es geçmemek gerek. Şahsen iki kez gitmeye kalktım, birinde arkadaşlara yetişemedim kuyruğu da gözüm almadı; ikincisinde de "sabah erken saatte gelmezseniz 4-6 saat beklersiniz" uyarısı üstüne sabah erken gidelim dedim ama uyku ağır bastı. Etrafımda aşağı yukarı herkesin bir Frida'ya gitmek isteyip de gidememe, kapısından dönme hikayesi oldu, ne Frida'ymış ki Berlin maceramızın bir parçası olmuş. Neyse efem kısmet böyleymiş, restoran Frida Kahlo'ya gittik biz de kaç kez hem o karın da doyuruyordu:P

Bisiklet Sevdası: Dümdüz bir şehir olunca sen Berlin haliyle insanlarda bir bisiklet sevdasına yol açıyorsun. Biz de kapıldık gittik bu bisiklet sevdasına, amaaa bir yere kadar. Senin Berliner'lerinin bisiklet sevdasıyla boy ölçüşemem ben Berlin. Mazallah iki adımlık yeri bile en azından pedalın üstünde hız alarak gitmezse, bahnhof'larda merdivenin ta başına kadar bisikletle gelip merdivenden inince adım atmadan bisiklete oturmazlarsa ölecek onlar, öyle bir halleri var. Neyse ki birileri bu sevda uğruna üstüme çıkmadan, kazasız belasız atlattık bu durumu da, pek çok kez ramak kalmış olmasına rağmen.. Güzeldi ama bisikletimle günlerim, orası ayrı:)

Yalın ayak başı kabak: Şimdi eskiler olsa bu senin insanlarının çıplak ayak gezme takıntısına tamıtamına böyle derdi sevgili Berlin. "Yalın ayak başı kabak geziyorlar" derlerdi üstüne bir de cıkcıkcık ederlerdi. E ama hak ediyorsun da. Hani sokaklar öyle bal dök yala kıvamında olsa, bir derece diyeceğim ama sen de biliyorsun ki Berlin bu şehirde temizlik zor bulunan bir şey. Evlerde yok öyle temizlik de sokakta mı olacak. Havalar çok sıcak, ayakabıya/terliğe bile dayanamıyor insanlar desem, cümleyi kurarken bile gülüyorum, ne sıcağı? Nedir senin Berliner'lerin ayaklarıyla dertleri anlamadım gitti.

Sparen: Burada insan hayatı sparen üzerine kurulu. Geld sparen, elektrizitaet sparen, wasser sparen. Bunların hepsine tamam, cansın, keşke herkes yapsa.. Ama bu "wasser sparen"la gelen hijyen sorununu ne yapmalı onu bilemedim bak. Gözleri kapasak olur belki?

Tost!: Birileri sana tostun büfelerinde, mensalarında satıldığı zaman ne kadar pretik ve doyurucu olduğunu öğretmeli Berlin! Yeri geldiğinde günde iki öğün tost yiyen ve "bıktım artık içim kurudu" diye şikayetler eden beni tosta hasret bıraktın ya alacağın olsun. Her şey aklıma gelirdi de bir şehirde tost bulamayacağım aklıma gelmezdi sanırım. Sen, herkesin yurtdışında hasret kaldığı Türk yemeklerinin hemen hemen hepsini rahatlıkla bul, elinde ayranla tostsuz kal. Tost sayıklattın bana Berlin, tostsuzluğun başıma vurdu; tost tost diye nicesine sarıldım, benim sadık yarim Boğaziçi kantinleridir!

Schlachtensee: Şimdi evimi, köyümü, ormanımı es geçmek olmaz di mi Berlin? Schlachtensee yeşildir, Schlachtensee kuştur; tanımı budur, gerisi boştur! Ama hakkını yemeyelim Alman mantığından en seçmece incileri de burada gördük hakikaten. Hele bri "Göl pis olsa ne fark eder, nasılsa çıkınca duş yapmıyor musun?" vecizesi vardır ki burada şahit olunan, üstüne tez yazsan yine de hakkını veremezsin öyle bombadır.

Döner: Pes ettim, döner senindir Berlin. Al tepe tepe kullan. Ben hayatımda buradaki kadar çok döner yemedim. Senin elinde bambaşka bir şey olmuş döner ama her "başkalaşma" böyle lezzetli olacaksa bir itirazım yok açıkçası:) Ben demiyorum zaten sen diyorsun döner macht schöner diye... Yine de Ege'yi unutmayalım bu konuda, haksız değil sonuçta, dööööööner de değil ki o arkadaşım. Not: NRW'den gelen haberlere göre avokado soslu döner kasıp kavuruyormuş ortalığı, geri mi kaldık Berlin ne??

Happy Meal!: Fast food sektöründe dönercilerin hamburgere karşı çoktaaan atı alıp Üsküdar'ı (ahh ah!) geçmiş konumda olduğu Berlin'de, dönerden başka bir fast food istemek benim için çocuk menüsüne kalmak demek oldu burada. Normal bir hamburger/cheeseburger menü pek olmadığından ya double'ı ya çocuk menüsü geliyor önümüze seçenek olarak. Bir sürü ıvır zıvır oyuncağım oldu bu yüzden, kime vereceğimi bilemediğim:) Beni çocukluğuma döndürdün, sağol Berlin:)

Paper: Ve evet Berlin kesinlikle "paper" demekti aynı zamanda. Bir Boğaziçi politika öğrencisini bile "yandım çavuş bu paperların eliiiinden" diye saçmalayacak, sigortaları attıracak seviyeye getirdin ya brav mein kind! O nedir öyle her pazarlığı 4500 kelimeden açmak Allahaşkına?

Eveeet bir çırpıda aklıma gelen, "Berlin" tanımları ve Berlin'de benim için öne çıkanlar bunlardı. Bazı konuların Berlin'e değil Almanya'ya özgü olduğunu ben de biliyorum ama ben Berlin'de yaşadım, Berlin'de gördüm, Berlin'de öğrendim kendilerini. O yüzden onlar benim Berlin tanımıma dahiller, öyle bir kayırma söz konusu. Blogumla istediğim kadar meşgul olmamı bir şekilde engelledin Berlin, umarım dönüşte yeniden bir düzene oturtabileceğim yazıları.

Son olarak sorarsak Berlin neydi? Selvi Boylum Al Yazmalım Berlin bazen emekti. Ama sadece emek de değildi gördük, bildik. Emek versen de ona, seni dışlardı zaman zaman. Katıydı, kuralları vardı, başka türlüsüne alışan için hayatı zorlaştırmaktan başka işe yaramayan kuralları vardı. Kendini Londra sanırdı Berlin. Yağmurları bazen küfür ettirir, bazen kollarını iki yana açtırır yüzünü gökyüzüne kaldırtırdı insanın, mutlu mutlu ıslatırdı. Heveslere karşıydı Berlin. Bazı şeyler için çok heveslenirsen onu hemen bozardı mesela. Nadiren de hiç beklemezken karşına çok hoş şeyler çıkartırdı.

Berlin benim karşıma çok güzel bir şehir, çok şahane bir Erasmus, çok eğlenceli günler çıkarmadı belki ama çok iyi insanlar çıkardı. Yeni arkadaşlar çıkardı, bir kısmının hayat boyu, araya mesafeler de girse hayatımın bir yerlerinde mutlaka var olmaya devam etmesini istediğim. Bu da Berlin'den kalan en güzel hediyemiz herhalde.

Yarın dönüş günü. Mutluyum, heyecanlıyım, hem de gelirken olduğumdan daha fazla! İstanbulum'u ailemi, dostlarımı istiyorum artık. Madem ki içimdeki çocuğu çıkardın Berlin, o zaman bir daha yolumuz kesişene kadar hoşçakal!

Aldım, verdim ben seni yendim!

3 Ağustos 2010 Salı

yerim dar...

Geçen haftanın boğuculuğunda en çok içimden geçirdiğim şeydi bu herhalde: Off yerim dar! Fonda Grup Gündoğarken çalıyordu avutur gibi, Yaz Bulutları diyordu; "şimdi bu dar yerlere sığılmaz gibi, düz maviler olmalı uçsuz bucaksız..."

Cumartesi yerim genişledi birden tekrar nefes almaya başladım, artık dışarılara vuracağım kendimi diyordum ki dün geceden beri durup durup bardaktan boşanırcasına yağan yağmur başladı bu kez. Fakat artık yağmur gene mutlu etmeye başladı beni, etrafı temizledi içim açıldı..

Pekii "yerim dar"a nasıl geldik yine? Okula gitmiştim bugün yine ve politika binasının en üst katını bugün keşfettim. Aslında keşfedemedim, önce oranın depo filan olduğunu düşündüm ama değilmiş meğer. Daha önce, kolayca tahmin edilebileceği gibi bir kez daha schein peşinde koştururken, resmen süpürge odasından bozma bir oda görmüştüm FU'da ama bu depomtrak yer iyice üstüne tuz biber ekti. Bir de Boğaziçi'nde binaların garip garip yerlerine yapılan odaları komik bulurduk ya, o kadar da komik değillermiş meğer. Meğer herkesin yeri darmış aslında...