14 Ağustos 2010 Cumartesi

berlin neydi?

Eveet buz gibi ve yağmurlu son günümde içimdeki tüm dışarı çıkma isteğini öldürünce sen, şöyle bir düşündüm de neydin ki sen Berlin? Berlin neydi?

Bokdonduran soğukları: Madem soğuktan başladık, başa bunu koyalım. Ekşisözlükten aşırdığımız Berlin tanımımız. Bize burada hepi topu 2 hafta yaz, 2 hafta kadar da bahar yaşatıp geri kalanını bokdonduran soğukları kıvamında geçiren bir şehirdi Berlin. Sahi, biz yaz dönemine gelmiştik değil mi?

Caipirinha: Bir içecek olsaydı Berlin, bence Caipirinha olurdu boşuna Berliner Weisse serileriyle uğraşmasınlar. Brezilya'ya kafa tutar Berlin Caipirinha konusunda... Her köşeden mi çıkar Caipirinha yahu? (Bir de Caipiroshka versiyonu var bunun ama cıvıtmamak gerek diye düşünüyorum.) Diğer kokteyllere göre ucuz, tadı da genellikle -istisnalar kaideyi bozmaz- güzel. Resmi Berlin içkimiz Caipirinha'ydı.

Perşembe günü=müze günü: Ha cidden perşembe günleri gözümüz dönmüş bir şekilde müzelere mi saldırdık, tabii ki hayır. Ama gitmek istediğimiz müzeler için perşembeleri seçtik hep en azından. Müzeye mi gidilecek? Orda bir perşembe var uzakta, o perşembe bizim perşembemizdir. Gitmesek de, görmesek de...

Pfand oh pfand: Bir ara her yerde olan Eurovision şarkısı Satellite, (bizden başkalarının da hala bunu ciddiye aldığını görmek de rahatlatıcıydı bu arada...) Schland oh Schland'a evrilebildiyse, ben de kendisini "Pfand oh pfand! Wir sind von dir begeistert" diye yorumlamak isterim şahsen. Bize ne yaptın böyle Berlin ki, "Dur! Naayır nolamaz natamazsın onun pfand'ı varrr!" dramaları yaşadık hepimiz??

Çiçek paketi: Evet senin bir de böyle garip bir huyun var Berlin. Ne istiyorsun zavallı çiçeklerden anlamadım gitti. Bir buket çiçek alıyor insan resmen hediye paketi gibi sarıp sarmalıyorlar çiçekleri, ne çiçek görebiliyor insan ne yaprak. Elinde bir buket çiçek yerine eciş bücüş açık mor paketler taşıtıyorsun insanlara... Halbuse biz de yoldan geçen naçizane insanlar olarak görsek o başkalarının elindeki çiçekleri, şöyle senin grilerinin arasına iki damla renk düşse fena mı olur Berlin he?

Frida Kahlo: Renk demişken, Berlin'deki Frida Kahlo çılgınlığını da es geçmemek gerek. Şahsen iki kez gitmeye kalktım, birinde arkadaşlara yetişemedim kuyruğu da gözüm almadı; ikincisinde de "sabah erken saatte gelmezseniz 4-6 saat beklersiniz" uyarısı üstüne sabah erken gidelim dedim ama uyku ağır bastı. Etrafımda aşağı yukarı herkesin bir Frida'ya gitmek isteyip de gidememe, kapısından dönme hikayesi oldu, ne Frida'ymış ki Berlin maceramızın bir parçası olmuş. Neyse efem kısmet böyleymiş, restoran Frida Kahlo'ya gittik biz de kaç kez hem o karın da doyuruyordu:P

Bisiklet Sevdası: Dümdüz bir şehir olunca sen Berlin haliyle insanlarda bir bisiklet sevdasına yol açıyorsun. Biz de kapıldık gittik bu bisiklet sevdasına, amaaa bir yere kadar. Senin Berliner'lerinin bisiklet sevdasıyla boy ölçüşemem ben Berlin. Mazallah iki adımlık yeri bile en azından pedalın üstünde hız alarak gitmezse, bahnhof'larda merdivenin ta başına kadar bisikletle gelip merdivenden inince adım atmadan bisiklete oturmazlarsa ölecek onlar, öyle bir halleri var. Neyse ki birileri bu sevda uğruna üstüme çıkmadan, kazasız belasız atlattık bu durumu da, pek çok kez ramak kalmış olmasına rağmen.. Güzeldi ama bisikletimle günlerim, orası ayrı:)

Yalın ayak başı kabak: Şimdi eskiler olsa bu senin insanlarının çıplak ayak gezme takıntısına tamıtamına böyle derdi sevgili Berlin. "Yalın ayak başı kabak geziyorlar" derlerdi üstüne bir de cıkcıkcık ederlerdi. E ama hak ediyorsun da. Hani sokaklar öyle bal dök yala kıvamında olsa, bir derece diyeceğim ama sen de biliyorsun ki Berlin bu şehirde temizlik zor bulunan bir şey. Evlerde yok öyle temizlik de sokakta mı olacak. Havalar çok sıcak, ayakabıya/terliğe bile dayanamıyor insanlar desem, cümleyi kurarken bile gülüyorum, ne sıcağı? Nedir senin Berliner'lerin ayaklarıyla dertleri anlamadım gitti.

Sparen: Burada insan hayatı sparen üzerine kurulu. Geld sparen, elektrizitaet sparen, wasser sparen. Bunların hepsine tamam, cansın, keşke herkes yapsa.. Ama bu "wasser sparen"la gelen hijyen sorununu ne yapmalı onu bilemedim bak. Gözleri kapasak olur belki?

Tost!: Birileri sana tostun büfelerinde, mensalarında satıldığı zaman ne kadar pretik ve doyurucu olduğunu öğretmeli Berlin! Yeri geldiğinde günde iki öğün tost yiyen ve "bıktım artık içim kurudu" diye şikayetler eden beni tosta hasret bıraktın ya alacağın olsun. Her şey aklıma gelirdi de bir şehirde tost bulamayacağım aklıma gelmezdi sanırım. Sen, herkesin yurtdışında hasret kaldığı Türk yemeklerinin hemen hemen hepsini rahatlıkla bul, elinde ayranla tostsuz kal. Tost sayıklattın bana Berlin, tostsuzluğun başıma vurdu; tost tost diye nicesine sarıldım, benim sadık yarim Boğaziçi kantinleridir!

Schlachtensee: Şimdi evimi, köyümü, ormanımı es geçmek olmaz di mi Berlin? Schlachtensee yeşildir, Schlachtensee kuştur; tanımı budur, gerisi boştur! Ama hakkını yemeyelim Alman mantığından en seçmece incileri de burada gördük hakikaten. Hele bri "Göl pis olsa ne fark eder, nasılsa çıkınca duş yapmıyor musun?" vecizesi vardır ki burada şahit olunan, üstüne tez yazsan yine de hakkını veremezsin öyle bombadır.

Döner: Pes ettim, döner senindir Berlin. Al tepe tepe kullan. Ben hayatımda buradaki kadar çok döner yemedim. Senin elinde bambaşka bir şey olmuş döner ama her "başkalaşma" böyle lezzetli olacaksa bir itirazım yok açıkçası:) Ben demiyorum zaten sen diyorsun döner macht schöner diye... Yine de Ege'yi unutmayalım bu konuda, haksız değil sonuçta, dööööööner de değil ki o arkadaşım. Not: NRW'den gelen haberlere göre avokado soslu döner kasıp kavuruyormuş ortalığı, geri mi kaldık Berlin ne??

Happy Meal!: Fast food sektöründe dönercilerin hamburgere karşı çoktaaan atı alıp Üsküdar'ı (ahh ah!) geçmiş konumda olduğu Berlin'de, dönerden başka bir fast food istemek benim için çocuk menüsüne kalmak demek oldu burada. Normal bir hamburger/cheeseburger menü pek olmadığından ya double'ı ya çocuk menüsü geliyor önümüze seçenek olarak. Bir sürü ıvır zıvır oyuncağım oldu bu yüzden, kime vereceğimi bilemediğim:) Beni çocukluğuma döndürdün, sağol Berlin:)

Paper: Ve evet Berlin kesinlikle "paper" demekti aynı zamanda. Bir Boğaziçi politika öğrencisini bile "yandım çavuş bu paperların eliiiinden" diye saçmalayacak, sigortaları attıracak seviyeye getirdin ya brav mein kind! O nedir öyle her pazarlığı 4500 kelimeden açmak Allahaşkına?

Eveeet bir çırpıda aklıma gelen, "Berlin" tanımları ve Berlin'de benim için öne çıkanlar bunlardı. Bazı konuların Berlin'e değil Almanya'ya özgü olduğunu ben de biliyorum ama ben Berlin'de yaşadım, Berlin'de gördüm, Berlin'de öğrendim kendilerini. O yüzden onlar benim Berlin tanımıma dahiller, öyle bir kayırma söz konusu. Blogumla istediğim kadar meşgul olmamı bir şekilde engelledin Berlin, umarım dönüşte yeniden bir düzene oturtabileceğim yazıları.

Son olarak sorarsak Berlin neydi? Selvi Boylum Al Yazmalım Berlin bazen emekti. Ama sadece emek de değildi gördük, bildik. Emek versen de ona, seni dışlardı zaman zaman. Katıydı, kuralları vardı, başka türlüsüne alışan için hayatı zorlaştırmaktan başka işe yaramayan kuralları vardı. Kendini Londra sanırdı Berlin. Yağmurları bazen küfür ettirir, bazen kollarını iki yana açtırır yüzünü gökyüzüne kaldırtırdı insanın, mutlu mutlu ıslatırdı. Heveslere karşıydı Berlin. Bazı şeyler için çok heveslenirsen onu hemen bozardı mesela. Nadiren de hiç beklemezken karşına çok hoş şeyler çıkartırdı.

Berlin benim karşıma çok güzel bir şehir, çok şahane bir Erasmus, çok eğlenceli günler çıkarmadı belki ama çok iyi insanlar çıkardı. Yeni arkadaşlar çıkardı, bir kısmının hayat boyu, araya mesafeler de girse hayatımın bir yerlerinde mutlaka var olmaya devam etmesini istediğim. Bu da Berlin'den kalan en güzel hediyemiz herhalde.

Yarın dönüş günü. Mutluyum, heyecanlıyım, hem de gelirken olduğumdan daha fazla! İstanbulum'u ailemi, dostlarımı istiyorum artık. Madem ki içimdeki çocuğu çıkardın Berlin, o zaman bir daha yolumuz kesişene kadar hoşçakal!

Aldım, verdim ben seni yendim!

1 yorum: