Tesadüfler boldur hayatta bu bir gerçek. (Hayır Aşk Tesadüfleri Sever'e bağlanmayacak bu yazı korkmayın) Bahsettiğim tarihteki, siyasetteki tesadüfler. Bazı aylar siyasette (şubat, mart, eylül...), bazı aylar doğum ve ölüm tarihlerinde (ocak, şubat, haziran) tekerrür eder gözle görünür şekilde, adeta bir şeye dikkat çekmek istercesine... Şubat kısalığının intikamını alır, bizimle alay edercesine... Evet tarihlerin çakışmasından kaynaklanan tesadüfler var. Hep olacak ve biz, eğer varsa, hikmetini asla anlayamayacağız. Ama her olay içinde tesadüf aramanın paranoya olduğunun fark edilmemesi tehlikeli, ve bunu görmemiz gerek.
Çıkaralım mı ağzımızdaki baklayı artık? Bugün 27 Şubat. Deniz Gezmiş'in doğum günü. Bugün 27 Şubat 2011, Necmettin Erbakan'ın hayatını kaybettiği gün. Tesadüf. O kadar. Altında başka manalar aranmaması gereken, çünkü altında başka manalar olmayan bir tesadüf. Türk siyasi ve sosyal hayatında öne çıkmış iki insanın doğum ve ölüm günleri çakışmış. Biraz deşsek kimbilir kaç tane örnek çıkarılır buna benzer. Yani durmayı bilmek, abartmamak, zorlamamak lazım.
Tabii bir de uydurmamak lazım! Bilgiye ulaşmanın bir tıklama kadar uzağımızda olduğu bugünlerde, bir delinin kuyuya attığı taşın peşinden gitmemek lazım. Ama popüler tabiriyle "sosyal medya" bundan besleniyor tabii değil mi? Bir delinin kuyuya taş atmasından...
Twitter dünyası dalgalandı bugün bu cümleyle: "27 Şubat 1972 Deniz Gezmiş ve arkadaşları için idam mecliste onaylandı İmza atanlardan biri Erbakan. 27 Şubat 2011 Deniz'lere selam olsun!" Onlarca kez retweet edildi bu cümle. Onlarca insan, durup düşünmeden, düşünüp sorgulamadan paylaştı bu cümleyi. Böyle yapınca çok "cool" mu oldular, "siyasi olaylara da işte böyle hakimim", "çok zekiyim şahane de bağlantı kurarım olaylar arasında" havası mı yarattılar birilerinin gözünde acaba? Benim gözüme ise tam da uçurumdan aşağı atlayan bir koyunun peşinden giden sürü gibi göründüler kendileri...
Onlarca kez paylaşılan bu cümledeki tek doğrunun, bugünün tarihi olduğunu o onlarca kişi görmek istemedi. İki dakika durup da önüne gelen bilginin doğruluğunu kontrol etmeye üşenen bünyeler için gelsin o zaman:
-Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın idam kararları 6 Mart 1972'de TBMM Adalet Komisyonu'nda onaylanarak meclise gönderildi. 10 Mart'ta mecliste görüşüldü ve idam kararları onandı. CHP kararı Anayasa Mahkemesi'ne götürdü, karar usul yönünden bozuldu. 24 Nisan'da tekrar mecliste görüşüldü ve tekrar kabul edildi.
-Necmettin Erbakan 10 Mart'ta da 24 Nisan'da da meclisteki oylamaya katılmadı.
Bu bilgilere ulaşmak için meclis arşivlerine girmek gerekmiyor. Basit bir gazete taraması, ki onu da siz üşengeçler için Google yapıyor zaten, bunları görmek için yetiyor. Ama bugün tarih bilgisi ve araştırma duygusu sıfıın altında bir insanın kurduğu bir cümle, pek çok kişi tarafından hiç şüphe edilmeden paylaşılıyor. Bir deli kuyuya taş atıyor, onlarcası çıkarmaya bile çalışmıyor. Bir koyun kendini uçurumdan atıyor, sürü peşinden gidiyor...
Siz, internette her okuduğuna körü körüne inananlar... Hepinizden utanıyorum!
Ve siz, internette her okuduğunu doğru sanıp bunu "haber" sitelerine koyanlar... Hepinizden tiksiniyorum!
Bir günün ardından aklıma takılan kareler ve sayıklamadan hallice dağınık düşünceler... İşte öyle bir şey...
27 Şubat 2011 Pazar
20 Şubat 2011 Pazar
ciao rocco
Bazen bazı insanlar giriverir hayatımıza ve girdikleri gibi de çıkarlar bir süre sonra yollar ayrılır. Sık sık kendini göstermeyen, görünmek için bir ses, bir koku, bir görüntü gerektiren ama tahminimizden daha derin olan izler bırakırlar arkalarında. Bilirsiniz ki yollar ayrılmıştır, herkes kendi yoluna gitmiştir, bir yerlerde hayatına devam etmektedir, ara sıra eskileri hatırladığında gülümsemektedir. O kadar.
Yani hep böyle düşünmüştüm ben şimdiye kadar. Gencecik bir insan, hayatıma belli bir zaman zarfında değip geçti, ama tanıdığım haliyle devam ediyor demiştim Rocco için, belli bir zaman ve mekanda tanıdığım insanlar için... Ama öyle olmayabiliyormuş. Genç yaşlı demeden yollar değil dünyalar ayrılıyormuş meğer.
3 gündür durup durup içleniyorum. 6 ay kadar önce kadar gülüp eğlendiğimiz, eğlenceli Erasmus günlerinin bir bölümünü paylaştığımız Rocco. Henüz 25 yaşındaydı... Aralıkta terk eylemiş bu dünyayı bir trafik kazasında... Ve teknoloji uzağı yakın eder hikayelerine saf gibi inanan bizlerin ancak 2 ay sonra haberi olabilmiş. "Nasıl olur", "nasıl ölür"ün yanına bir de "nasıl haberimiz olmaz"ı eklemiş farkında bile olmadan...
3 gündür durup durup hüzünleniyorum evet... Yüksek sesli kahkahaları, elini "bitte bitteeee" diye sallayışları geliyor gözümün önüne. Berlin'deki evimizin sosyal alanı kırmızı masanın etrafındaki eğlenceli anlarımız geliyor... Karneval der Kulturen öncesi bütün itirazlarına rağmen yüzünü boyayışımız geliyor.. Ona mantı yedirişimiz, öğrenci dostu hazır sigara böreklerimize dünyanın en muhteşen yiyeceği muamelesi yapması geliyor... Bir de bize yaptığı o has İtalyan kahveleri...
3 gündür durup durup düğümleniyor boğazım. En son ne zaman görüp ne konuştuğumuzu hatırlamaya çalışıyorum. Okul civarındayıdı, U-Bahn'ın oralarda. O İtalyan aksanıyla "Ebruu" deyip gülmüştü bana yine. Yaz tatili planından, önce Yunanistan'a sonra İstanbul'a gideceğinden bahsetmişti. "Sen de o tarihte İstanbul'da mısın?" demişti. İstanbuldaydım.. "Haber ver gelince" demiştim. Sonra Facebook'ta gördüm çektiği muhteşem İstanbul fotoğraflarını... Facebook'un bizim yerimize tarihleri anımsaması ne güzelmiş meğer... 1 Eylülmüş, "loved them all actually not just liked" yazmışım, "ebru!!!!! for god's sake I forgot to call you while I was there! So ashamed and sorry :(" demiş... Olur böyle şeyler vs faslını bırakıp İstanbul kedilerinden konuşmuşuz fotoğrafların altına sıkıştırdığımız 1-2 cümlede. Tarih 5 Eylülmüş... Sonmuş...
2-3 ay hayatıma değip gitti Rocco... Ama başta da dediğim gibi hemen görülmeyen, birtakım şeylerin iteklemesiyle ortaya çıkan izler bırakmış bende meğer... Mesela
-Ne zaman çocuk bisikleti görsem, o kendisine 2 boy küçük bisikletine binişini,
-Kahvaltıda zeytin yerken, çok kötü bir fikirmiş gibi yüzünü ekşitişini,
-Çekirdek çitlerken, çitleyemeyişiyle nasıl eğlendiğimizi,
-İtalyan kahvesi görsem, kahvelerini
hatırlayacağım bundan sonra... Belki de daha aklıma gelmeyen bir sürü şey vardır. Kim bilir...
Çok düşündüm bu yazıyı nasıl yazsam, İngilizce olsa da herkes anlasa, Almanca olsa da o günleri mi ansa diye... Vazgeçtim Türkçe yazdım. Nedense gittiğin yerde her dili anlayabildiğine inandım çünkü. Umarım orası neresiyse, o seni şaşkına çeviren İstanbul kedileri kadar huzurlu ve mutlu eder seni.
Ciao Rocco. RIP
Yani hep böyle düşünmüştüm ben şimdiye kadar. Gencecik bir insan, hayatıma belli bir zaman zarfında değip geçti, ama tanıdığım haliyle devam ediyor demiştim Rocco için, belli bir zaman ve mekanda tanıdığım insanlar için... Ama öyle olmayabiliyormuş. Genç yaşlı demeden yollar değil dünyalar ayrılıyormuş meğer.
3 gündür durup durup içleniyorum. 6 ay kadar önce kadar gülüp eğlendiğimiz, eğlenceli Erasmus günlerinin bir bölümünü paylaştığımız Rocco. Henüz 25 yaşındaydı... Aralıkta terk eylemiş bu dünyayı bir trafik kazasında... Ve teknoloji uzağı yakın eder hikayelerine saf gibi inanan bizlerin ancak 2 ay sonra haberi olabilmiş. "Nasıl olur", "nasıl ölür"ün yanına bir de "nasıl haberimiz olmaz"ı eklemiş farkında bile olmadan...
3 gündür durup durup hüzünleniyorum evet... Yüksek sesli kahkahaları, elini "bitte bitteeee" diye sallayışları geliyor gözümün önüne. Berlin'deki evimizin sosyal alanı kırmızı masanın etrafındaki eğlenceli anlarımız geliyor... Karneval der Kulturen öncesi bütün itirazlarına rağmen yüzünü boyayışımız geliyor.. Ona mantı yedirişimiz, öğrenci dostu hazır sigara böreklerimize dünyanın en muhteşen yiyeceği muamelesi yapması geliyor... Bir de bize yaptığı o has İtalyan kahveleri...
3 gündür durup durup düğümleniyor boğazım. En son ne zaman görüp ne konuştuğumuzu hatırlamaya çalışıyorum. Okul civarındayıdı, U-Bahn'ın oralarda. O İtalyan aksanıyla "Ebruu" deyip gülmüştü bana yine. Yaz tatili planından, önce Yunanistan'a sonra İstanbul'a gideceğinden bahsetmişti. "Sen de o tarihte İstanbul'da mısın?" demişti. İstanbuldaydım.. "Haber ver gelince" demiştim. Sonra Facebook'ta gördüm çektiği muhteşem İstanbul fotoğraflarını... Facebook'un bizim yerimize tarihleri anımsaması ne güzelmiş meğer... 1 Eylülmüş, "loved them all actually not just liked" yazmışım, "ebru!!!!! for god's sake I forgot to call you while I was there! So ashamed and sorry :(" demiş... Olur böyle şeyler vs faslını bırakıp İstanbul kedilerinden konuşmuşuz fotoğrafların altına sıkıştırdığımız 1-2 cümlede. Tarih 5 Eylülmüş... Sonmuş...
2-3 ay hayatıma değip gitti Rocco... Ama başta da dediğim gibi hemen görülmeyen, birtakım şeylerin iteklemesiyle ortaya çıkan izler bırakmış bende meğer... Mesela
-Ne zaman çocuk bisikleti görsem, o kendisine 2 boy küçük bisikletine binişini,
-Kahvaltıda zeytin yerken, çok kötü bir fikirmiş gibi yüzünü ekşitişini,
-Çekirdek çitlerken, çitleyemeyişiyle nasıl eğlendiğimizi,
-İtalyan kahvesi görsem, kahvelerini
hatırlayacağım bundan sonra... Belki de daha aklıma gelmeyen bir sürü şey vardır. Kim bilir...
Çok düşündüm bu yazıyı nasıl yazsam, İngilizce olsa da herkes anlasa, Almanca olsa da o günleri mi ansa diye... Vazgeçtim Türkçe yazdım. Nedense gittiğin yerde her dili anlayabildiğine inandım çünkü. Umarım orası neresiyse, o seni şaşkına çeviren İstanbul kedileri kadar huzurlu ve mutlu eder seni.
Ciao Rocco. RIP
11 Şubat 2011 Cuma
neslimiz devrim görüyor!
Şaşkın mıyız gençlik? 80lerin ikinci yarısı ve ötesi hey! Tarihe tanıklık mı ediyoruz nedir?
Şimdi efem biz olayların hard core değil soft, neo, post vs. yaşandığı kuşaktanız malum. Ne kadar iyi ne kadar kötü, ne kadar gerçek ne kadar sanal o konulara bu sefer girmiyorum. Zira gerçeğinden bir devrim yapılmaya çalışılıyor birkaç paralel güneyimizde, felsefe yapmayalım şimdilik.. Sonra yaparız.
En son dünyayı sarsan; tüm dengeleri alt üst, insanları şaşkın, imkansızı mümkün eden olaylar olan Berlin Duvarı'nın ve akabinde Sovyetlerin yıkılışı bizlerin agucuk gugucuk dönemlerine rastlamıştı. O zamandan beri pop tadında yetiştik, en vahim olaylarda bile gözlerimiz bağlandı pembe kuşaklarla, her şeyi hafif ve magazinel gördük. Eylem için meydanlara dökülemedik, ışık yakıp söndürdük de bir arpa boyu yol alamadık. Darbeleri post-modern, muhtıraları e- yaşadık. Kendimiz için yaşamak öğretildi bize... Hepimiz benciliz.
İnsanların ayaklanıp meydanları doldurması, onyıllar gücünde bir otoriteye kafa tutması, direnmesi yılmaması, birbiri için birbirine tutunması bize ütopya gibi öğretildi. Bugün bir yerlerde bu ütopyalar gerçek oluyor belki de. Günlerdir meydanlarda yatıyor insanlar da özgürlüğümüz verilmeden, pek mübarekler gitmeden evimize dönmeyiz diyorlar. Üstelik bu olaylar daha bir ay öncesine kadar hakkında demokrasiye geçişi sağlanabilir mi, demokrasi için eksik bir şey mi var, varsa ne, neden olmuyor, insanlar niye sesini çıkarmıyor, peki nasıl demokrasi gelir, gelir mi, kendiliğinden mi gelir başkaları mı sipariş eder, daha kaç yıl böyle gider gibisinden artı sonsuza uzanan sorular sorular sorduğumuz coğrafyada yaşanıyor. "Demokrasiye geçmesi mümkün mü?" dediğimiz ülkeler biz post-modern pop çocuklara hayatında ilk kez devrim gösteriyor!
Evet bu aralar bir şekilde her şeyde Berlin görüyorum belki ama bu sefer dış kapının mandalı değil serbest çağrışımlarım. Bu son olaylara bakıyorum da Berlin'de 1 Danimarkalı ve 2 Polonyalı'yla tarihi bir ana tanıklık etmek konuşmalarımız geliyor aklıma daha önce de yazdığım... Yine hafızasında post, e- vs. de olsa birtakım tarihi olaylar bulunan bendeniz ve Polonyalılara karşın Danimarkalı kızın "Ben sanırım hiç tarihi önemi olan bir olay yaşamadım" deyişi geliyor. Yaşıyoruz. Televizyondan tanık olduklarımız ileride tarihin bir parçası olacak. Tahrir Meydanı'ndaki halk, Berlin'de her köşede karşımıza çıkan, Berlin Duvarı'nın yıkılışından insan manzaraları fotoğraflarını hatırlatıyor bana. Bir gün onlar da kartpostal üzerinde olacaklar belki, kim bilir...
Şimdi efem biz olayların hard core değil soft, neo, post vs. yaşandığı kuşaktanız malum. Ne kadar iyi ne kadar kötü, ne kadar gerçek ne kadar sanal o konulara bu sefer girmiyorum. Zira gerçeğinden bir devrim yapılmaya çalışılıyor birkaç paralel güneyimizde, felsefe yapmayalım şimdilik.. Sonra yaparız.
En son dünyayı sarsan; tüm dengeleri alt üst, insanları şaşkın, imkansızı mümkün eden olaylar olan Berlin Duvarı'nın ve akabinde Sovyetlerin yıkılışı bizlerin agucuk gugucuk dönemlerine rastlamıştı. O zamandan beri pop tadında yetiştik, en vahim olaylarda bile gözlerimiz bağlandı pembe kuşaklarla, her şeyi hafif ve magazinel gördük. Eylem için meydanlara dökülemedik, ışık yakıp söndürdük de bir arpa boyu yol alamadık. Darbeleri post-modern, muhtıraları e- yaşadık. Kendimiz için yaşamak öğretildi bize... Hepimiz benciliz.
İnsanların ayaklanıp meydanları doldurması, onyıllar gücünde bir otoriteye kafa tutması, direnmesi yılmaması, birbiri için birbirine tutunması bize ütopya gibi öğretildi. Bugün bir yerlerde bu ütopyalar gerçek oluyor belki de. Günlerdir meydanlarda yatıyor insanlar da özgürlüğümüz verilmeden, pek mübarekler gitmeden evimize dönmeyiz diyorlar. Üstelik bu olaylar daha bir ay öncesine kadar hakkında demokrasiye geçişi sağlanabilir mi, demokrasi için eksik bir şey mi var, varsa ne, neden olmuyor, insanlar niye sesini çıkarmıyor, peki nasıl demokrasi gelir, gelir mi, kendiliğinden mi gelir başkaları mı sipariş eder, daha kaç yıl böyle gider gibisinden artı sonsuza uzanan sorular sorular sorduğumuz coğrafyada yaşanıyor. "Demokrasiye geçmesi mümkün mü?" dediğimiz ülkeler biz post-modern pop çocuklara hayatında ilk kez devrim gösteriyor!
Evet bu aralar bir şekilde her şeyde Berlin görüyorum belki ama bu sefer dış kapının mandalı değil serbest çağrışımlarım. Bu son olaylara bakıyorum da Berlin'de 1 Danimarkalı ve 2 Polonyalı'yla tarihi bir ana tanıklık etmek konuşmalarımız geliyor aklıma daha önce de yazdığım... Yine hafızasında post, e- vs. de olsa birtakım tarihi olaylar bulunan bendeniz ve Polonyalılara karşın Danimarkalı kızın "Ben sanırım hiç tarihi önemi olan bir olay yaşamadım" deyişi geliyor. Yaşıyoruz. Televizyondan tanık olduklarımız ileride tarihin bir parçası olacak. Tahrir Meydanı'ndaki halk, Berlin'de her köşede karşımıza çıkan, Berlin Duvarı'nın yıkılışından insan manzaraları fotoğraflarını hatırlatıyor bana. Bir gün onlar da kartpostal üzerinde olacaklar belki, kim bilir...
4 Şubat 2011 Cuma
bağlamalar
Hani çok şey yapar giğbi gözüküp de aslında hiçbir şey yapmadığınız günler vardır ya, hah işte tam da öyle bir dönemdeyim. Baksanız haftanın 6 günü staja gidiyorum ama esasen ne yapıyorsun derseniz uzayıp giden bir "eee" dışında bir cevabım yok pek...
İşte bu boş kafa durumları ilginç bence. Bir yerinden bir şey yakalıyorsunuz sonrası bir deli kuyuya taş atmış misali çıkar çıkarabilirsen. Mesela bugün arabada giderken birisi, bilmem nerede Çelik çıkıyormuş ha-ha-ha dedi, üstüne de radyoda Grup 84'ün o bir yıl kadar her tarafı inleten (evet inlemek...) "Ölürüm Hasretinle"si çaldı, aman ya bu şarkı bile eskimiş peeeh dedik bir hesapladık rahat 6-7 yıl olmuş. Hah, şimdi çok alakasız bu ikisi değil mi? Değil. Boş kafa bunu bağlar, hem beni bilen bilir acımam en olmadık yerlerden itinalyla bağlantı kurarım.
Çelik... Bizim çocukluğumuz... Bu inleten şarkı da birilerinin çocukluğu haline gelmiş biz büyürken fark ettiğim buydu. Bizler beraber ve ayrı ayrı İzel-Çelik-Ercan'ı, Hakan Peker'i ne bileyim Gülşen'in o evrim geçirmeden önceki sevimli kız hallerini gördüğümüzde/duyduğumuzda ne kadar kitsch olursa olsun bebek görmüş insan gibi "aman da aman agucuk gugucuk" tarzı tepkiler veriyoruz hani. İşte sanırım "yeaaarrr elleeeeğriiiiin neeeeğrrdeeeeeee yağ beeni de gööötüüüüür yaaa dağ giiiiitmeeeğğ" diye inleyen şarkıyı duyduğunda da aynı tepkiyi veren bir kesim var artık. Böyle böyle derken epey isim-şarkı bulmuştum bugün hatta 2000lerin çocuklarının agucuk gugucuk nostaljisiyle yaklaşacağı ama uçmuş gitmiş aklımdan nedense. Evet, biz 90ların çocukları için "2000lerin çocukları" kavramıyla tanışma vakti gelmiş. Hatyatına teknoloji sonradan giren, o yüzden nispeten daha şanslı bulduğum devir son üyeleri olarak bizimle kapanmıştı ya üstümüze gıcır gıcır bir teknoloji kuşağı bile gelmiş aklınızda olsun. İlk oyuncağı kurmalı köpekler değil, bilgisayar oyunları olan; "yakışıklı babam gibi aşık oldum anam gibi" yerine "kalbini mi kırdım af edersin" gibisinden şarkı sözleri ezberlemiş; TV başında ilk Susam Sokağı'nı değil Pokemon'u beklemiş ve artık büyümüş bir kitle oluşmuş. Biz ise çoktan büyümüşüz ve kirlenmiş dünya.
Fakat hem 90ların hem 2000lerin çocuklarının ortaklaşa muzdarip olduğu tek konu Serdar Ortaç olmuş sanırım. Kendisi azimle gözünü 2010ların çocuklarına da dikmiş bulunmakta, nesiller heba olmakta. Vur kadehlere hadi içelim.
İşte bu boş kafa durumları ilginç bence. Bir yerinden bir şey yakalıyorsunuz sonrası bir deli kuyuya taş atmış misali çıkar çıkarabilirsen. Mesela bugün arabada giderken birisi, bilmem nerede Çelik çıkıyormuş ha-ha-ha dedi, üstüne de radyoda Grup 84'ün o bir yıl kadar her tarafı inleten (evet inlemek...) "Ölürüm Hasretinle"si çaldı, aman ya bu şarkı bile eskimiş peeeh dedik bir hesapladık rahat 6-7 yıl olmuş. Hah, şimdi çok alakasız bu ikisi değil mi? Değil. Boş kafa bunu bağlar, hem beni bilen bilir acımam en olmadık yerlerden itinalyla bağlantı kurarım.
Çelik... Bizim çocukluğumuz... Bu inleten şarkı da birilerinin çocukluğu haline gelmiş biz büyürken fark ettiğim buydu. Bizler beraber ve ayrı ayrı İzel-Çelik-Ercan'ı, Hakan Peker'i ne bileyim Gülşen'in o evrim geçirmeden önceki sevimli kız hallerini gördüğümüzde/duyduğumuzda ne kadar kitsch olursa olsun bebek görmüş insan gibi "aman da aman agucuk gugucuk" tarzı tepkiler veriyoruz hani. İşte sanırım "yeaaarrr elleeeeğriiiiin neeeeğrrdeeeeeee yağ beeni de gööötüüüüür yaaa dağ giiiiitmeeeğğ" diye inleyen şarkıyı duyduğunda da aynı tepkiyi veren bir kesim var artık. Böyle böyle derken epey isim-şarkı bulmuştum bugün hatta 2000lerin çocuklarının agucuk gugucuk nostaljisiyle yaklaşacağı ama uçmuş gitmiş aklımdan nedense. Evet, biz 90ların çocukları için "2000lerin çocukları" kavramıyla tanışma vakti gelmiş. Hatyatına teknoloji sonradan giren, o yüzden nispeten daha şanslı bulduğum devir son üyeleri olarak bizimle kapanmıştı ya üstümüze gıcır gıcır bir teknoloji kuşağı bile gelmiş aklınızda olsun. İlk oyuncağı kurmalı köpekler değil, bilgisayar oyunları olan; "yakışıklı babam gibi aşık oldum anam gibi" yerine "kalbini mi kırdım af edersin" gibisinden şarkı sözleri ezberlemiş; TV başında ilk Susam Sokağı'nı değil Pokemon'u beklemiş ve artık büyümüş bir kitle oluşmuş. Biz ise çoktan büyümüşüz ve kirlenmiş dünya.
Fakat hem 90ların hem 2000lerin çocuklarının ortaklaşa muzdarip olduğu tek konu Serdar Ortaç olmuş sanırım. Kendisi azimle gözünü 2010ların çocuklarına da dikmiş bulunmakta, nesiller heba olmakta. Vur kadehlere hadi içelim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)