22 Mart 2011 Salı

knut

Hayvanat bahçelerine gitmeyi oldum olası manasız bulurum, kim ne zevk alır anlayamam. Ya da en azından şöyle söyleyeyim ki hayatımda hiç "Bugün de bir hayvanat bahçesine gideyim gezeyim, eğleneyim, maymunlara fıstık atayım" demişliğim yoktur. Gittiysem okulla olan gezilerde gitmişimdir. Hele hele her gittiği yeni şehirde tarihi yer gezer gibi hayvanat bahçesi gezenleri anlayamam. Hayvanat bahçesi gözümde yeşilçamda esas kız ve esas oğlanın buluşmak için seçtiği ilginç yerlerden biri olmaktan öteye gitmez.

Bu nedenle 4.5 aylık "love and hate relationship" tadındaki Berlin maceramda da hayvanat bahçesine gitmedim, gerek görmedim. Tiergarten'ın tam olarak nerede olduğunu bilmediğim girişine uzak çayır çimen bir alanında Yaprak'a doğumgünü pikniği yaptığımız muhteşem gün dışında hayvanat bahçesi "Benim Berlin'imde" yoktu. Knut hariç...

Berlin'de biraz da olsa vakit geçiren hiç kimse Knut'u bilmiyorum diyemezdi herhalde. Zaten sembolü de ayı olan bir şehrin sevimli ötesi bir kutup ayısını maskot bellemesinden sonra Knut Berlin'in her noktasına yayılmış. Turistik olmuş, t-shirt/kupa baskısı olmuş, takvim olmuş, oyuncak olmuş ve her yerde olmuş.Öyle ki hiç gidip görmediğim halde resminden tanır hale gelmişim Knut'u. "Knut öldü" haberini görünce bir burkuldu içim, Knut için, Berlin için...

Şu koşturmacalı günlerde serap gibi gözümün önüne geliyor arada Berlin günleri öyle bir gülümsetmek için... (Tıpkı Berlin'deki menopozlu havalardan bulanıp İstanbul'u hayal ettiğimiz gibi) Ve şimdi Berlin'in kendi gibi sevimli yüzü de uzaklara gitmiş, hatıra olmuş. Bize denecek tek şey kalmış. Güle güle Knut..

12 Mart 2011 Cumartesi

dünyayı kurtarmak

Oldum olası Facebook'taki manasız, oturduğu yerden dünyayı kurtarmaya çalışan, tek amacı x kadar kişi toplamak olan saçma gruplara gıcığımdır. İnsanların klavye başında, ya da popüler tabiriyle sosyal medya üzerinden ahkam kesmeleri sinirimi bozar. Sanal gruplarla sanal bir dünya hayal edip, o sanalı kurtarmaya çalıştıklarını düşünür biraz da üzülürüm hatta teknolojiyle geldiğimiz noktaya. Doğru, son aylarda Facebook izerinden örgütlenip isyan başlatan Arap ülkelerini de gördük ama bilmem kastettiklerimin gerçek bir örgütlenme hedefleyen bu örnekler olmadığını söylememe gerek var mı?

Neyse efem, ben bu tarz "sosyal medya" icatlarına sinir oladurayım, son birkaç gündür Erasmus'ta edindiğim bazı arkadaşların Facebook iletileri ve onlar üzerinden ilerleyen karşılıklı yorumları hayretle izler oldum. Hatta ben Erasmus'ta ne menem arkadaşlar edindim diye de düşünmeye başladım.

Önce 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nde Hollandalı bir arkadaş, "Ben de Hollanda kültürünü ilerici sanırım, bugün ofiste kadınlara çiçek verilince ne oluyor dedim. Meğer Hollandalılar muhafazakarmış, utandım biraz" demiş. Ve altına Erasmus'tan yadigar multikulti havasında Şili'den Sırbistan'a, Slovenya'dan Polonya'ya ve yeniden Hollanda'ya uzanan bir çeşitlilikte insanlar adeta birbirine girmiş! Yok efendim Doğu Avrupa'da kadınlar Batı Avrupa'ya göre daha iyi durumdaymış da, yok efendim o ne demekmiş Sırbistan'ın Batı'dan öğreneceği çok şey varmış da, yok efendim Kadınlar Günü'nü Avrupalılar getirmiş de, hayır öyle değilmiş Latin Amerikalılar da bu sürece dahilmiş de vs vs uzayıp giden saçmalıklar. Favorim ise Doğu Avrupa'nın üstün kadın haklarını anlatmak için işi "God bless Europe B!"ye kadar (bu sıralamada Türkiye Europe Z olur herhalde) getiren arkadaş. Gözlerinden öpüyorum. Sonunda Tüm Avrupa çapında bir kadın hakları değerlendirmesiyle açık oturumu (!) noktalayan aynı zamanda ileti sahibi arkadaşla da arkadaşlığımı bir daha gözden geçireceğim sanırım. Tabii işin en şahane yanının da yorumların hiçbirinde Kadınlar Günü'nün esas çıkış noktası olan Amerika'dan ya da kabul edildiği 2. Enternasyonel'den (ki Osmanlı bile varmış aralarında) bahseden olmaması. Gözlerinizden öper, açık oturumlarınızdan önce hiç değilse bir doz Wikipedia öneririm. Sevgiler...

Tam bunları okuyup yahavle çekerken benzer bir çalışma (!) da Berlin'de beraber ödev yapmak suretiyle tanıştığım ve az buçuk muhabbetim olan ender Almanlardan birinden geldi: "CDU/CSU/FDP Japonya'da olanları görsün atom enerjisinin risklerinin farkına varsın. Şimdi söylesinler bana nükleer santrallerin süresini neden 2030a kadar uzatmak istediklerini". Demokrasiye gel, siyasi partilere Facebook iletilerinden uyarı yolluyoruz artık, hatta "Merkel akıllı olsun!" bence. Söylememe gerek var mı bilmem bunun altındaki yorumlarda da insanlar münazara moduna girmiş. "Biz Japonya mıyız abi bizde deprem ne arar"dan başlayıp alternatif enerji yollarına kadar uzanan bir havada Almanya'nın enerji politikalarını çözmüşler, bitirmişler. Atom enerjisi yanlıları ve karşıtları kapışmışlar. Aferin size diyor bir sevgiler de onlara gönderiyorum...

Bize dönersek birkaç hafta önceki Erbakan-Deniz Gezmiş arasında ittire kaktıra tarihsel bağlantı kurma çabalarını, ve bu çabaların sığlığını, saçmalığını henüz atlatabilmiş değilim.

Sorunlu olan ben miyim? Bu ciddi ciddi tartışmaları Facebook iletilerinden yapmak sadece bana mı inanılmaz sanal ve saçma geliyor? Yoksa yeni dünya böyle bir şey de ben mi geri kaldım? Benim gözümde geyik, eğlence, kafa dağıtmaca, belki az buçuk birbirinden haber almaca aracı olan Facebook'a ve benzerlerine niye bu tarz ciddi işler yükleniyor? Önemli konular mı ayağa düştü, insanlar mı sanallaştı, ben mi yabancılaştım?

Rakı masalarında, dost muhabbetlerinde dünyayı kurtaran neslin çocukları bu işi böyle mi yapacak artık? Öyleyse çok önemli bir sorunumuz var ki söz uçup yazı kalıyor. Sohbetlerdeki şahane saçmalamalar unutulup gidiyor da yazılanlar sanal dünyada kayda geçiyor işte. Bilgi kirliliğinden başka bir şey yaratmıyor. Eskiden ağzı olan konuşurdu, şimdi Facebook'u olan yazıyor ama doğru ama yanlış...

Ya da yanlış olan gerçekten benim belki de. Yanlış zamandayım.

11 Mart 2011 Cuma

hava değişimi

Hep kızgın hep depresif  mi yazacağız? Bu aralar içinde olduğum durumlar ona yönlendiriyor belki de, kendi çapımda ufak isyanlar yaşıyorum. Ama arada havayı da dağıtmalı değil mi?

O zaman buyurun size benden iki yarı ciddi (geçiş birdenbire olmuyor sanırım) yarı saçma seçme:

1) Bugün stajda ajansları dolaşırken bir habere rastladım. "Burkina Faso'nun başkenti Ouagadougou'da öğrenci polisle çatıştı" diye başlayıp alışık (!) olduğumuz polis-öğrenci ilişkileriyle devam eden. İtiraf edin cümlenin sonuna gelmeniz epey zor oldu değil mi? Ouag..da kalıyor insan. Atlıyor onu ama aklı takılıyor bir kere dönüp dönüp bakıyor, hiç takıntılı kafalara göre değil. Geçen yıl ortalığı sallayan İzlanda'daki Eyyafyallayöküll Yanardağı geldi aklıma, serbest çağrışım çok yaşa! Henüz Eyyafyallayöküll'ü sindirememişken ileride Ouagadougou'da bir olay molay olur da dünya gündemine düşmez umarım. İsimden kaybetmek böyle bir şey olsa gerek...

2) 10 Şubat 2011. Mısır'da halk isyanına direnmekten nihayet vazgeçen Hüsnü Mübarek istifa etti. Bu ana gelene kadar iki hafta boyunca televizyondan canlı canlı devrim izledik. 11 Mart 2011. Japonya'da 8.9 büyüklüğünde bir deprem ve ardından depremden çok vuran tsunami meydana geldi. Sabahtan beri televizyondan canlı canlı dalgaların, daha doğrusu artık bir çamur yığını haline gelen dalgaların önüne gelen her şeyi nasıl yuttuğunu izliyoruz. Canlı devrim yayını, canlı tsunami yayını. Sırada ne var? Başka neyi canlı canlı izletecek teknoloji bize? Hayır, ilk başta "vay canına" nidalarıyla heyecanla izlesek de düşününce rahatsız da edici oluyor bu durumlar. Sırada ne var sahiden?

6 Mart 2011 Pazar

haberler...

Sevmiştim seni. Kıyıdan köşeden, ya da bazen tam ortadan üstüne yapışan çamura rağmen bir duruşun var diye sevmiştim. Hayal de kurmuştum evet...

Meğer hakikaten de hayalmiş hepsi. Fazla idealistmiş, neredeyse gerçek dışıymış. Bir buçuk aydır sende gördüklerime bir bakıyorum da, senin görmezden geldiklerinle başıma ağrılar giriyor. Sağduyulu bir ses değilsin sen aslında, üç maymunsun çünkü.

Meğer sorun içine sızmış birkaç "korkunç insan" değilmiş. Sen sorunun kendisi haline gelmişsin. Siparişle haber yapan siparişle susan bir sistem yaratmışsın. Ben yaratmadım deme sakın. Elinde fırsatın varken bu sistemin yaratılmasına, sonrasında da işlemesine karşı çıkmamışsın iste, çıkmıyorsun. Perde arkasında, lafta her şeyden şikayettesin ama kameranın gösterdiği, elinin yazdığı tam da şikayet ettiğin şey.

Geçen gün eylemdeydik seninle değil mi? Ne oldu peki o eylemde? "İnanamıyorum, normalde birbirnin yüzüne bakmayacak insanlar birleşti, tek ses oldu, haksızlığa tepkisini koydu, beraber yürüdü" diyorsun hep bir ağızdan. Şaka mısın? O günü ne kadar gösterdin sen başkalarına? Başkalarına, sana ket vuranları gösterip kendi kendine yürüdün haydi itiraf edelim. Kendi protestonu bile hakkıyla yayınlayamadın değil mi?

Sevdiğim, beğenerek izlediğim bir abim "Ne biçim bir topraklar ki her dönem kendi zalimlerini üretiyor, her kesim zalim üretiyor" demişti geçen günlerde. Ne kadar doğru. Ama o zalimler üretilirken ne yapıldı ki?

Görmedin, duymadın, yazmadın. Şimdi ağzını kapatıyorsun ya tepki diye. Fazla söylenecek şey yok zaten dert etme. Durumun böyle olmasında suçlulardan biri de sensin. Bu kayıtsızlığın şok ediyor insanı önce, sonra sinir ediyor. Mide bulandırıyor sonunda da... Sen kendine umutlar üretiyorsun ama bende sana dair umut yok. Bu saçma sistemin ve onun içindeki sidik yarışlarınla adam olmazsın sen. Kaygılanıp sıra kimde deme boşuna. Bu kayıtsızlıkla sana bir şey olmaz. Kayda değer iş yapanlar birer birer gitmeye başladı zaten, kaygılanması gereken onlar. Boş laf üretiyorsan dinlerler seni, bakarlar. Tıpkı senin onlara baktığın gibi bakarlar. Karşılıklı bakışırsınız uzaktan.

"Bıçak kemiğe dayandı artık susamayız" diyorsun. Bıçak yaklaşırken neredeydim demiyorsun. Değil mi ki bu insanlar sadece gördüklerine inanıyor, sen onlara göstermediklerin kadar suçlusun. Hayal kırıklığısın...

3 Mart 2011 Perşembe

sırada ne var?

Bu yazı ofis bilgisayarlarının etinden sütünden faydalanılması suretiyle yazılmaktadır. Çünkü kendi bilgisayarımdan, herhangi bir "sıradan" bilgisayardan bloguma erişemiyorum.Çünkü iki gündür kulağa kötü bir şaka gibi gelen "blogspot'un erişime kapanması"na tanık oluyoruz. Çünkü saçma sapan internet yasalarımız sağolsun pire için yorgan yakmakta hız kesmiyor, sınır tanımıyor.

Efem olayın "gerekçesi" bazı bloglarda digiturk'ün yayın haklarına sahip olduğu maçların şifresiz yayının yapılmasıymış anladığımız kadarıyla. Aferin bravo size peki bundan bana ne? İki gündür "ben yapmadım anne valla o yaptı!" sözleriyle sorumluluğu birbirine atıyor birtakım insanlar ve kurumlar. Durum bu ciddiyetteyken ben de "hepsini koy çuvala salla salla vur duvara" diyebiliyorum.

Örümcek kameraların bozulasıca Digiturk. Masum değilsin. Şikayet başvurusunu bu şekilde yaptığın zaman mevcut düzenlemelere göre sadece senin istediğn blogların değil hepsinin erişiminin engelleneceğini bal gibi biliyordun. Üye kaybetme korkusu sarınca "ben böyle olsun istemedim" demen seni aklamıyor, üzgünüm. Kendi mağduriyetin varsa ben bilemem, ama bunun için başkalarını mağdur etmek, özgürlüklerine el uzatmak  hakkını hiçbir düzenlemede arama bulamazsın. Google, masum değilsin. Ortada hizmet verdiğin konuda yapılan bir istismar varsa, araştırmak sana da düşer kuzum. Öyle oturup uzaktan bakmakla olmaz. Sayende bilgiye ulaşabildiğimizi, iletişimimizn arttığını vs iddia etmektesin ama gerektiği zaman sana ulaşamıyoruz nedense. Güzel ülkemin süpersonik internet yasaları ve onların süpersonik uygulayıcıları, evet evet siz de masum değilsiniz. Önünüze her gelen kapatma istemine "tiz elden kapatıla!" demeden önce bir durup biz ne yapıyoruz diye düşünün, şu yasaların abukluğunu bir kavrayın. Yeni dünyayı kavrayın artık biraz. O eski her şeyin kontrolünüz altında olduğu medya yok artık. İnterneti kontrol edemeyceğinizi anlayın, gözünüzü açın.

Şu bahsettiklerimizin hepsi komik ve hiçbiri umrumda değil. Ben sadece canım istediğinde kafama eseni yazdığım blogumu istiyorum. Bıktım artık her yeni kapatılan siteye göre dns ayarı kovalamaktan. Hiçbir işe yaramayan uygulamalarınızdan, at gözlüklü dünyanızdan, sırada ne var diye beklemekten bezdim.

Ben bloguma dokunma diyorum. blogum bana "bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir." diyor. Bozulan sinirler düzelene, dns ayarları yapılana kadar, mecburiyetten kısa bir ara...