5 Aralık 2012 Çarşamba

Vallahi olmuş bu çocuk...

Sonlarından 80ler nesline dahil olmuş da olsak yaygın bir 90larda doğanları tü kaka etme durumumuz vardır ben diyeyim sohbet muhabbet içinde siz deyin sosyal medyada. Genellikle vurdumduymazlıklarından, eksik genel kültürlerinden vs. vurulur ama içten içe bir önceki nesle göre belirgin şekilde boylu poslu ve eli yüzü düzgün oluşlarının verdiği bir kıskançlık da kabul ki mevcuttur. Özellikle 1985-90 yılları arasında doğmuş gayet vasat tipler olan bizler de annelerimizin 1986 sonrası içtiği radyasyonlu çayları suçlar, içimizi rahatlatır köşeye çekiliriz. Genelledim oldu.

Şimdiye kadar 90larda doğanları kızdırmak/eleştirmek için en büyük koz Justin Bieber ve One Direction gibi akla zarar gruplar/kişiler ve onların çığlık çığlık hayranlarıydı. Üzülerek söylüyorum ki efem, bende bu koz da çürümüş bulunmakta. İki gündür Jake Bugg dinlemekteyim, olmuş bu çocuk demekteyim, kendimize bakıp yine yeni yeniden üzülüp büzülmekteyim. 

Dün ofiste dinlenecek müzik ararken açtık Jake Bugg'ı, dinleyelim bakalım şu albümü nasılmış diyerek. Henüz 1994 doğumlu olmasına rağmen gayet hoş bir albüm yapmış Bugg. Sorunları yok değil, bazen iki şarkı arasında bile sesi çok farklı gelebiliyor. Bir parça geliyor ne kadar olgun sesi var diyor insan, bir diğerinde daha çok inceymiş sesi dedirtiyor. Bir de yaşını bilerek dinlerseniz "I've seen it all, nothing shocks me anymore" ya da "I drink to remember, I smoke to forget" gibi sözler, söyleyene 3 numara büyük gelmiş hissiyatı yaratıyor. Ama yine de Bob Dylan ve Britpop esintileri takdire şayan. Özellikle "Two Fingers" ve "Lightning Bolt" oldukça başarılı. İngiltere bu One Direction'ı çıkarırken koskoca müzik tarihinden utanmadı mı diyen bizlere İngiltere'nin gönderdiği özür gibi Jake Bugg. Düzgün bir hayran kitlesi edinsin ve böyle devam etsin diyoruz kendisine. Dinleyin dinletin, kasvetli günlerde iyi gider...

8 Ekim 2012 Pazartesi

Arjantin...

Bu sene de Filmekimi'ni ucundan yakalayıp, bitmeden kendimi bir filme atmayı -ve yine bir filmle Filmekimi'ni kapatmayı- başardım. Hem kapış kapış tükenen biletleri hem de sanat filmlerinin yer yer beni aşmasını suçlayabiliriz bu durum için... Zaten şimdi sayıklamasını yaptığım bu filme de benim gördüğüm "mutlaka görülesi filmler" listelerinde pek rastlanmıyordu, biletinin tükenmemesi de muhtemelen ondan. Ama gittim gördüm sevdim ben...

Bahsettiğim film bir Arjantin filmi. Neden bilmem Latin Amerika dendiğinde benim aklıma daha sıklıkla konuşulan Brezilya, Küba, Venezuela'dan önce Arjantin gelir zaten. Gerçi bir zamanlar, şöyle 10-12 yıl kadar önce, sürekli hayatımızın içindeydi Arjantin, muhtemelen o zamandan yerleşmiş... Dizileri televizyonda döner ve bizi koltuğa kilitler, futbolu konuşulur, haberleri haber bültenlerinden eksik olmazdı. Aşağı yukarı aynı dönemlerde ekonomik krize girmişliğimiz, karşılıklı çanak çömleğe vurup bir nevi kazan kaldırmışlığımız vardı. "Arjantin olmak ya da olmamak" meseleydi... Sonra Arjantin bir ara geldiği gibi hayatımızdan çıktı. Bir ara IMF borcu kapanmıştı Arjantin'in, belki de o zaman "Arjantin olmak" uzaklaşmıştır bizden, bilemem...

Sonra büyüdük, üniversitede Latin Amerika dersimiz oldu. Aslında tarihimizin, darbelerimizin de pek benzediğini gördük. Plaza del Mayo anneleri - Cumartesi anneleri, darbelerle yüzleşmek karşılaştırmalarına baktık; hala "Arjantin olmak" uzaktı. Hala uzak... Ama özellikle darbe konulu filmlerinin çok yakın olduğunu da görmüştük.

Benjamin Avila'nın Infancia Clandestina'sındaki (Kayıp Çocukluk) ilk tanıdık ergenliğimizin Vahşi Güzel'i, Milagros'u Natalia Oreiro. Bilmeden giderseniz birden görmek şaşırtıcı olabilir, biz görmeyeli biraz yaşlanmış olsa da kendi de şarkı söylemesi de hala güzel. Ancak bu filmin tanıdıklığı bu yüz aşinalığıyla sınırlı değil. Infancia Clandestina, bittiğinde ben bu hikayeyi duymuş muydum acaba diye düşündüren bir film... Klişe olduğundan değil, içerik olarak Türkiye'deki darbe konulu filmlere, kitaplara, dizilere benzediğinden. Bir çocuğun gözünden darbe anıları. Tanıdık. Yönetmeninin gerçek hayat hikayesinden esinlenilerek yapılmış. Tanıdık. Bir sahte kimlikle yaşama hikayesi. Tanıdık. Geçtiği mahalle, ev ve konuşmalar tanıdık. Okulda gözümüze sokulan bayrak töreni tanıdık. Türkiye'de geçmiş olabilirdi hikaye rahatlıkla; o kadar tanıdık, buruk, hüzünlü...

Biraz uzun tutulduğu göz önüne alınırsa, evde daha rahat izlenecek bir film olabilir Infancia Clandestina. Zaten muhtemelen vizyona girmez ama aramaya inanılabilir. Latin Amerika'ya dair tanıdık bir şeyler izlemek isteyen olursa bir baksın, pişman olmaz derim. Görülesi, gülünesi, ağlanası...

Fragmanı görelim bakarız diyen olursa da buyursun...


23 Ağustos 2012 Perşembe

Yaz?

Yaz başından beri yazayım dedim de elim gitmedi buralara bir şekilde. Şu yazımın neredeyse tek eğlencesi olan olimpiyatları yazayım dedim, Batman'in hayal kırıklığını yazayım dedim olmadı. İçimden gelmedi.

Her gün türlü toplu taşıma araçlarında seke seke eve kendimi atıp, işte hiç bakmıyormuşuz gibi, haberleri izlemek bile içimdeki bütün hevesi söndürmeye yetti bu yaz. Her gün daha da gerginleşerek, endişe, korku umutsuzluk salarak... Öyle bir hava çöktü ki etrafımıza, bir yanda çalmadık kapı bırakmadan iş arayanlarımız, bir yanda her gün kızışan, acılaşan, körleşen ve çözümsüzleşen savaş, savaşlar...

Umutsuzluk getirdi bu yaz. Sanırım daha çok da bizim nesle. Gelecekten bir şey beklemeyin dedi hepimize özetle. Birkaç yıl sonra herhangi bir şeyin bugünkü halinden daha iyi hale gelmiş olacağına inanan kaldı mı bilmiyorum. Bende şahsen hiç ümit yok.

En iyisi yazmayalım, yitsin gitsin bu yaz.

29 Nisan 2012 Pazar

Edirne...

1 hafta gecikmeli olarak Edirne'den kameraya takılanlardır efem. Selimiye, Meriç Nehri, Karaağaç...











28 Ocak 2012 Cumartesi

chuck me!

Stanford'dan kovulup bilgisayar tamirciliği yapan esas oğlanımızın beynine devlet sırları yüklenir, üstüne bir de ona göz kulak olsun diye yollanan casus esas kızımıza aşık olur ve olaylar olaylar... Ailemizin sempatik "nerd" casusu Chuck nihayet dün son buldu.

Muhteşem bir finalle son buldu diyebilmek isterdim ama iki bölümlük finali hiç beğenmediğimden içimden gelmiyor açıkçası. Hikayelerin başladığı yerde bitmesi beni sıkar, karakterlerin hikaye boyunca yaşadığı değişimi finalde görmek isterim. Chuck gibi kararkterlerin 4.5 sezon boyunca inanılmaz değişim yaşadığı bir dizide zorla her şeyi başa döndürme çabaları hayal kırıklığına uğrattı beni. Hele de bunun için ana karakterlerin huyuyla suyuyla hafızasıyla oynamaları daha da kötüydü. Bazı diziler, filmler, hikayeler vardır tek bir sona bağlanamaz sonunun seyircinin hayal gücüne bırakılması gerekir, bazılarıysa tabiatı gereği kesin (ve çoğunlukla mutlu) bir son gerektirir. Benim için Chuck keyiflik bir dizi olduğundan tipik, hatta klişe ama ruhuna uygun mutlu bir son isteyen bir diziydi. Geçen sezon finali mesela tam da ona uygun bir final olabilirdi, keşke uzatılmasaydı.

Yine de bir burukluk var içimde. "5 yıl geçirdik boru mu" edebiyatı yapamam iki yıldır izlerdim ben Chuck'ı. Bölümleri biriktirip biriktirip izlerdim hatta... Bir daha Chuck gibi (senaryosu fazla uzatılmaktan kelli son zamanlarda saçmalasa da) aksiyonu, komediyi, romantizmi dozunda bir araya getiren dizi olur mu göreceğiz. Yine de Chuck gibi girsem dizinin içine de şu yan dairede ben yaşasam dedirtecek türden bir dizi olmaz muhtemelen. Sevmiştik seni be sempatik nerd, böyle bitirmeseydin iyiydi...

13 Ocak 2012 Cuma

senden benden bizden...

O kadar daldan dala şeyler okuyorum ki bu aralar ödevler sağolsun, hepsini birbirinden ayırmak kafamı toparlamak zorlaşıyor. Dün tiyatro tarihi ile ilgili bir kitap okurken başında Afşar Timuçin'den alıntı olduğunu görüp sevindim önce. Severim Afşar Timuçin şiirlerini. Ama okuyunca buruk bir gülümseme geldi yüzüme tiyatrodan, 60lardan çok bugündü şu andı o cümleler. Bir umutsuzluk çöktü içime.

Güne yine operasyon haberleriyle başlayınca daha da büyüdü içime oturan yumru. O senden bu benden nasılsa bizden değil hesaplarından bıkan varsa başka onlar için gelsin. Bugünlerde bu cümleleri her zamandan çok akılda tutmalı:

"Zorbanın çevresindeki kalabalık demokratik bir ortamın belirtisi olmaktan çok demokratik olmayan vurucu bir gücün belirtisidir. Çünkü demokratlık adda ya da kafa sayısında değil, çok zaman sanıldığı gibi parmak hesabında da değil, yalnızca ve yalnızca başkasına saygı çerçevesinde her şeyi sonuna kadar tartışabilme ve doğruyu tartışmayla ortaya çıkarabilme olgunluğundadır. Önemli olan her türlü zorbalığın karşısında olmaktır, iyi niyetle ya da kötü niyetle kurulmuş her türlü zorbalığın karşısında olmaktır... Her zorbalık, bugün olmazsa yarın, kendi karşıtını demokratik bir düzen istemi biçiminde ya da yeni bir zorbalık eğilimi biçiminde yaratmaktan geri kalmayacaktır. Demokrat olmanın baş koşulu zorbalığa özenmemek ve zorbalığa özendirmemek tutarlılığıdır."*

*Özlem Belkıs, Kalemden Sahneye: 1946'dan Günümüze Türk Oyun Yazarlığında Eğilimler, 2. Cilt, YGS Yayınları, 2003.