Uzun bir ara olmuş yine buraya yazmayalı... Nedense başka şeyler yazmaya zorlandığım zamanlar durup kendi düşüncelerimi, kendi sayıklamalarımı ve zaman zaman saçmalamalarımı yazmak içimden gelmiyor. Yazmak zora binince ne şekilde olursa olsun anlamını kaybediyor. Öyle işte...
Ama madem şimdi kendi saçmalarımı dinliyorum o zaman başlayalım. Bugün bir kez daha "kitapların dili olsa" diye geçirdim içimden. Dili olsa anlatsa, gördüklerini bize gösterse... Çantalarda o kadar çok yer görüyor, o kadar ses duyuyor ki kitaplar. Eminim dili olsa bizden çok daha iyi yorumlarlardı. Evet biliyorum nereden çıktı? Çantamda bir kitap vardı bugün, bir ödev için kütüphaneden aldığım, bir punduna getirip belki okurum diye işe götürdüğüm. Okumayı başardığım 2-3 sayfası oldu ama onun yerine daha çok gezdi benimle. Gezdi dediysem... Haber için Güven Sazak'ın cenazesine geldi benimle ve bugün "işi olmayan" birtakım "önemli" devlet erkanını gördü. Oysa çok da yabancısı değildi kitap bu durumların. Eminim onları benden daha iyi tanıyordu. Zaten ihtilal (!) konulu kitap bizim kütüphaneye Tarık Zafer Tunaya koleksiyonundan gelmişti. Aldığım günden beri düşünürdüm aslında kim bilir ne operasyonlar ne aramalar görmüştü, nefes almanın yasak olduğu dönemlerde...
Kitap... yasak... nefes... aynı cümleye düşüvermişler, sebepsiz mi? Ahmet Şık'la başlayan kitap avı ikinci hedefini William Burroughs ile devam edince sebepsiz miydi? Sebep sadece "marjinale olan kronik nefretimiz" miydi? Daha derin miydi? Sıra kimdeydi?
Pekiyi bizim ama marjinal ama klişe ötesi kitaplarımızın başına bir şey gelmeyeceğini bilebilir miyiz? Yoksa sadece güzel anılar yaşamasını ummak mıdır bize düşen?
Buyurun buradan yakın...