30 Haziran 2010 Çarşamba

saç baş yolduran bir derse...

Orta Doğu dersim efem kendileri ve evet saç baş yolduruyor bana. Dersin bana kattığı pek bir şey yok Orta Doğu açısından ama Almanca işlenen tek politika dersim olması sebebiyle ve kulağıma 2 gram ciddi Almanca girsin amacıyla gitmekteyim ısrarla.

Ders dediğime bakmayın yalnız. Bence adı "bütün öğrenciler toplandık, sorduk okuduğumuzdan ne anladık?" gibi bir şey olabilirmiş ama uzun diye hadi ders olsun denmiş zannımca. Evet böyle de saçma yaklaşımları hak ediyor bence. Dersi bir kere tamamen o günün metinlerini okumuş öğrenci ya da öğrenciler sözde anlatıyor. Daha doğrusu dersin girişinde önce yine 1-2 kişi o günün konusu ülke hakkında bir medya taraması sunuyor, sonra yine 1-2 kişi o günün metnini anlatıyor ucundan. Metnin kendisini değil yani, ama yazar hangi okuldanmış şimdi neler yapmaktaymışı verip kısaca ana fikri söyleyip 3 tartışma sorusu veriyorlar. Sonra çalışma grupları oluşturuluyor, o sorular tartışılıyor, Ebru buralarda daha çok azimli dinleyici rolü üstleniyor. Sonra gruplar neler konuştular bi de sınıfa dönüp anlatıyorlar -ve Ebru azimli dinleyici rolüne daha sıkı sarılıyor- ve ders bitiyor. Haftalık rutinimiz bu. Hocadan hiç bahsetmedim dikkatinizi çektiyse çünkü bu sıralarda bir köşede oturup dinliyor kendisi, olaya fazla bir dahli yok. Konuyla ilgili gerçekten bilgilendirici, destekleyici 2 kelam ettiğine rastlamadım daha.

Peki her şey güzel hoş da ben neden bunu yazıyorum ve neden şimdi yazıyorum diye soran olabilir. Sanılanın aksine biraz yük olsa da bu dersin makalelerine yazmam gereken eleştiri yazıları da sorun gibi gözükmüyor gözüme oysa. Onlar da olmasa boş gelip boş çıkmış olacağım zira, tabii ki ödev yazmam gereken makaleler dışındakileri okumadığımdan. O zaman sorun ne?

Sorun bugünkü derste zurnanın zırt demesi. "3 kişi bir araya gelip şu makaleden çıkara çıkara bu 3 soruyu çıkardınız ya" demek istedim ama daha vahimi de vardı. Bugün "Acting “As If”: Symbolic Politics and Social Control in Syria" adlı bir makaleyi yaparken bir kere bile metinde de defalarca geçen Zizek ve Foucault'nun ismini söylemeden 2 saati geçirdik. Weber'i bir kez duydum gibi geldi. Ne yaptık peki derseniz ben de bilmiyorum. Saçma sapan "acaba burda ne demeye çalışmış"larla dolu 2 saat geçirip saçlarım biraz daha azalmış olarak çıktım sınıftan. Bi konuşabilsem o kadar politik politik neler derdim size ya, Lost in Translation!

Boğaziçi'min gözünü seveyim!

25 Haziran 2010 Cuma

Ne ne ne???

Ben paper peşinde koştururken ve beynimin dille ilgilenen zavallı bölgesi hangisiyse o da İngilizce ve Almanca arasında gidip gelmekten bitap düşmüşken, bu metinlerin Türkçeleri yok mudur acaba diye kendimce "zeki" bir çabaya girdim. Ya şurada 3 ay uzak kaldık kaşla göz arasında Türkiye'de başka bir dil kabul edildi ya da bu yazılanar Türkçe değil. Karar veremedim, bilemedim ben onu...

"Dizge, insan dilinin ikinci eksenini oluşturur. Saussure dizgeyi bir dizi çağrışımsal alan biçiminde tasarlamıştır."

"Sonsuz betik'in bölümlenmesi değiştirim denilen sınamayla gerçekleştirilir"

Eminim çok güzel şeyler diyodur... Hı hı...

23 Haziran 2010 Çarşamba

küçük mutluluklar

İçimde belli belirsiz taşıdığım sıkıntılar ve aklımda yazmak istediğim pek çok konu var. Ama şu an hiçbirinin zamanı değil. Bugün mutlulukların ve küçük çaplı sevinçlerimin günü.

Birilerinin kendisine değer vermesi nasıl da mutlu eder insanı değil mi? Hayır nedenini, niçinini, insan doğasını vs.yi sorgulamayacağım bugün. Tadını çıkartacağım, olduğu kadar, hatırlandığı kadar... Hatırlanmasa da, ki tarihi nedeniyle bir keşmekeşe düşer arada sırada alışkınım o nedenle, içimden bir yerlerden bencil bir ses bir yerlerde birileri beni düşündü, birileri beni seviyor diye düşünecek. Öyledir bu işler çünkü. Her şey bir "iyi ki doğdun"a bakmaz her zaman...

Uzağımızı paylaşırken, bana bugüne kadar gördüğüm en sevimli doğumgünü sürprizini yapan Yaprak'a teşekkürümdür bu yazı aynı zamanda. Şu an odamda bulunan balonların ve "happy birthday" mumlarının adına küçük mutluluk sebepleri diyorsam da aldanmasın kimse. Küçük olan sadece o nesnelerdir, mutluluklar değil... Yoksa elimde fotoğraf makinemle gece yarısı deli gibi ortada dolanıp "bütün bunları çekiceeeeem" diye koşturmazdım. Şu anda yüzümde sırıtık bir ifadeyle bunları yazıyor da olmazdım.

Unutulmaması gerekirdi bu mutlu anların çünkü. Kendi tarihime not düşmek içindi hepsi. İyi ki doğdum...









18 Haziran 2010 Cuma

multikultinin dibi

Dünya Kupası başladığından beri Berlin'in -çok sevdikleri kavramları- multikulti hali iyice kendini gösterdi. Kupaya katılan ülkelerin bayrakları henüz her tarafı saran Alman bayraklarıyla yarışamasa da orada burada tek tük göze çarpıyor. Her maçtan sonra bir yerlerden vuvuzela sesleri yükseliyor. (Yine de vuvuzelanın çoluk çocuğun eline verilmemesi gerektiğini düşünmekteyim naçizane... Ya da en azından toplu taşıma aracında verilmesin bilemem)Ve tüm bunların yanında dün ben en somut şekilde gördüm multikultiyi, multikultinin sözlük anlamını. Baştan anlatmak gerekir yalnız ve ben sanırım yine ortadan girdim konuya. O zaman başa sarıyoruz efem:

Aynı Almanca kursunda olduğumuz ve beraber Prag'a gittiğimiz Fransız arkadaşlardan biri dün beni Fransa-Meksika maçını izlemek için Kreuzberg'e çağırdı. Meksikalı arkadaşları varmış onlarla birlikte bir Meksika restoran-barında olacaklarmış. Kreuzberg dediğimiz yer malumunuz adeta İstanbul'dan bir parça. Etraftan yükselen maç seslerine karışan yarı Türkçe yarı Almanca (Deukisch) konuşmalar arasında, pek sayın simit sarayı "Eurocan"ın ve biraz ilerledikten sonra çeşitli birahanelerin, "Diyanet İşleri Türk-İslam Birliği" ve içindeki "Merkez Camii"nin yanından geçip Doğu yemekleri yapan bir büfenin (Orientalische Küche) karşısındaki aranan Meksika restoran-bar-açık havada yayılmaca mekanına ulaştım. Büyük olasılıkla Berlin'de bulunan tüm Meksikalıların arasında 3 kişi kalmış Fransız grubun yanına iliştim ve böylece bir Türk'ün katılımıyla mekanda Fransız desteği (!) 4'e çıktı, nihayetinde beni onlar çağırmıştı. Az sonra anladım ki 4 kişilik grubumuzun biri de Alman imiş zaten. Bu sırada yanımda oturan, Fransızların arkadaşı kızınsa aslında Macar olduğunu ancak biraz İspanyolca bilmesine dayanarak -en az Meksikalılar kadar ateşli şekilde- Meksika'yı tuttuğunu da öğrendim. Arkadaş hatrına Fransa'yı tutmam onlar için pek hayırlı olmadı yalnız, şahane kısmetim sayesinde Fransa sadece yenilmekle kalmadı kupadan da elenmiş oldu. Ama şanslıydık, Meksika mekanındaydık, en azından o sevinci gördük- hayır hayır bunu dememin her golden sonra bedava tekila dağıtmalarıyla hiçbir ilgisi yok:P

Maç sonrası yakındaki başka bir cafe'ye gidip biraz oturduktan sonra Schlachtensee sakinleri olarak biz kalktık. Dönüş yolunda metroda muhtemelen Abiturlarını yeni tamamlamış ve liseyi bitirmiş, kendinden geçmiş kafa binbeşyüz bir Alman grubuyla aynı vagona düştük. Hemen ardından da bir Latin Amerikalı rastalı gitarist bindi trene ve istek şarkı üzerine Jamaika'ya uzanarak bütün vagonu inlettik: NO WOMAN NO CRY!!

Kültür şoku bu olsa gerek, merhaba dünyalı!

15 Haziran 2010 Salı

hüzünler başıma vurdu yine...

Aslında pek de gitmemişti hüzünler zaten. Yanında olmak, destek olmak istediklerimin hayatlarına uzaktan bakmak zorluyor beni. Bir yerlerde birileri için bir şeyler yapabilecekken burada eli kolu bağlı oturmak yoruyor. Dile getirmek istemediğim nedenlerden ötürü üstü kapalı konuşuyorum ve sayıklıyorum yine bugün. Hiçbir şey yapamamak canımı sıkıyor.

Yaprak'a selam olsun bu şarkı da...

4 Haziran 2010 Cuma

içimden şehirler geçiyor...

Yine çok spontane bir şekilde verilen bir karar ve iki hafta önce ansızın bulunan ucuz biletle bu kez Paris'teyim:)
Salı günü rotamı tekrar Berlin'e çeviriyorum, fakat sadece bir günlüğüne. Sonra yine ver elini Hamm üstelik bu kez bir de ver elini annem ve babam. Özledim, hem de çok ve gelecek hafta hasret giderme haftası...

İşte böyle, bir süre yollarda olma durumundan, gezmekten tozmaktan yine uğrayamayabilirim buralara. İçimden şehirler geçiyor zira, ama her durakta dursam da inmiyorum merak etmeyin...